"Kontrol itimada mani değil" ise neden kontrolsüz bir iktidar?

~ 28.02.2017, Bülent SOYLAN ~

Duygusal yaradılışımız göz önünde bulundurulunca, başlıktaki sözün bizden gelmiş olamayacağını düşünmek daha doğru.
Almanlar çok kullanırlarmış.
“Vertrauen ist gut kontrolle ist besser” 
Yani “Güvenmek iyidir ama kontrol daha iyidir”
Büyük olasılıkla da oradan alınmadır. 
Malum, disiplinin ve dolayısıyla denetimin çok önemli olduğu askerlik mesleğinde, Osmanlı Almanlarla çok sıkı işbirliğine girmişti.

Alman generali Otto Liman Von Sanders “Paşa”, Balkan Savaşlarında yıpranan Osmanlı ordularını "ıslah" etmek için Türkiye’ye gelmişti.
1915 senesinde Çanakkale’de ordumuzun başındaydı. 
Daha sonra1918’de Suriye ve Filistin’deki Dördüncü, Yedinci ve Sekizinci ordulardan meydana gelen Yıldırım Orduları grubunun başına getirilmişti.

Sonrasında 1960’lı yıllarda bir Almanya olayı var: "İşçi göçü".
Şimdi üç milyonlara varan o zamanki yüz binlerce insanımız Almanya’ya gitmişti çalışmak için.
–Daha doğrusu- Almanlar kendi işgücü açıklarını kapatmak için bizim adamları ağzındaki dişlerinin sağlamlığını bile “kontrol” ede ede işçi seçmiş ve gidenler hep o anılan Alman disiplini altında çalıştırılmışlardı.

Orada yaşananların buradaki yankısı da olabilir bu söz; 
Hatırlarım, bizde de bazı iş yerlerine asılan tabelalarda bunun Türkçeleştirilmiş şekli yer alırdı:
“Kontrol itimada mani değildir”.
O söz aslında kendini çok açık bir biçimde ispatlıyor değil mi?
“Kontrol” ile yola çıkan Almanya nerede, “İtimat”la idare edilen Türkiye şimdi nerede…

*
Konuya buradan girişimizin nedeni, bu yazının yazıldığı şu günde milletimizin önündeki “referandum”un, -bir bakıma- iktidarın başına “güven” duyulup duyulmadığının da oylanıyor havasına girilmesi.
Bir kısmımız asıl konuyu bile tartışmadan işi bu söylediğimiz anlamda “Evet” ya da “Hayır”a dönüştürüyor ama, aslında önümüzde ciddi bir "Anayasal sistem”, “rejim” seçimi ile birlikte “beka” denen “devletin geleceği” meselesi var.

Bir tarafta son yıllarda başarısızlıkları iyiden iyiye gün yüzüne çıkmış ve bu durumuna çözüm arayan “iktidar” ve siyasi şanslarını tümüyle kaybettiği için kendisini ona teslim etmiş –sözüm ona milliyetçi- bir genel başkan; 
Diğer yanda “iktidardan vazgeçtik, rejim ve Türkiye elden gidiyor” “siyasetinize dahi bir şey demiyoruz ama gelin şu memlekete kıymayın efendiler” diyen ana muhalefet partisi ile irili ufaklı diğer partilerle birlikte, içinde baroların da bulunduğu bir sürü sivil toplum örgütü...

“Hayır” denmesinin nedenleri hemen her yerde olabildiği kadar çokça, açıkça ve çarpıcı örnekleriyle anlatılıyor da; “Evet”çilere dönüp baktığınızda tüm cephede hemen hemen bir tek tavır hakim:
“Reis’e güven, gerisini merak etme sen”
Bunu baştan anlattığımız Alman sözüyle söyleyecek olursak “İtimat kontroldan iyidir” gibi bir anlayış.

Neden?
-“Efendim kuvvetler ayrılığı gibi kontrollü sistemler iktidarın icraat hızını kesiyor, Cumhurbaşkanı ile başbakan arasında çatışmalar yaratıyor, kalkınma için yapılması gereken ataklar yapılamıyor”
derler ya…
-“Hangileri mesela?” diye sorun, konu o tarafa gelince ses yok. Ama, daha bu günden yapılanlar, öylesi bir durumda daha neler neler yapılabileceği hakkında çok açık işaretler vermiyor mu?.
*
Daha önce de söylemişizdir; 
Şu dünyaya tepeden baktığınız zaman, kurtuluş ve kuruluştan bu yana yine de çok mesafe almış olmamıza karşın, Türkiye –ne yazık ki- hala “Gelişmekte olan” ülkeler sınıfında sayılmaktadır.
“Gelişmekte olan…”

Batılıların bulduğu bu “diplomatik”, bu heveslendirici, bu iltifatkâr tanımı beğenebilirsiniz.Orası tamam da, onu bir de “gelişmiş” ülkeler açısından ele alıp, “Yahu bırak bunları; yani şimdi sen bize gelişmiş mi demek istiyorsun, yoksa halen gelişmemiş mi?” diye sorduğunuzda, o çağdaş ülkelerin bizi nerelerde gördüğü açıkça belli oluyor.
Aynen, “yetişmekte olan” ile “henüz yetişmemiş” arasındaki farklılıkta olduğu gibi.

*
Küresel ölçüde yapılan araştırmalar ve ortaya konan istatistikler de çok net biçimde gösteriyor ki; Türkiye şu anda pek çok konuda hiç birimizin içine sinmeyecek kadar gerilerde, hatta hiç beğenmediğimiz kimi ülkelerin bile gerisinde bir yerde.
Nerelerde örneğin?
Birleşmiş Milletler’e dahil 188 ülke arasında asla ilk 20’lerde, 40’larda hatta 60’larda falan da değil. 
Şu insani gelişmişlik sıralamasına bir bakın:

1.Norveç
2.Avustralya
3.İsviçre
4.Danimarka
5.Hollanda
6.Almanya
………
72.TÜRKİYE (2014’e göre bir yılda 3 sıra gerilemiş olarak)
78. Geçen gün hanımını başkan yardımcısı yapan soydaşımız Azerbaycan”

Peki, ya daha da geride kalmış ama bu aralar adını fazlaca duyduğumuz ülkeler nerelerde?
108.Mısır
110.Endonezya
121.Irak
145.Kenya
147.Pakistan
152.Nijerya
180.Yemen
163.Uganda

Bu arada; gördüğünüz sıralamayı biz yapmıyoruz…
Birleşmiş Milletler yapıyor ve bütün dünyaya “İnsani Gelişme Endeksi (2015) adıyla sunmuş durumda. Yani herkesin bildiği, inandığı, itibar ettiği sıralama bu.

Peki, hadi biz bir karar arefesindeyiz de; Bu “daha geri”dekilerde” o memleketlerin halkını çağdaşlaştıracak, ekonomilerini kalkındıracak, refahı arttırıp tabana yayacak bir siyasal yapı var mı?
-“Maalesef yok”

Neden? 
Çünkü oralarda tepeden yöneten bir sistem kurulmuş. 
Altta kalanların sesi sedası çıkmıyor, çıkmak istediğinde de “çıkarttırılmıyor”. 
Ha bir de iliklere kadar işlemiş “patron bilir” “ben ona güvenirim” “o ne yaparsa iyi yapar” anlayışı sinmiş üzerlerine. 
Biat eden, kaderci, yanaşmacı… hadi daha fazlasını söylemeyelim.
Aynen, şimdi batıdan eleştiri aldıkça pek iç içe olmaya başladığımız o çok gerilerdeki Ortadoğu ve Afrika ülkelerine hakim olan siyaset gibi.

*
Bir musibet bin nasihatten evladır (iyidir) derler ya, 
Demokrat Parti’nin “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” aşamasına bile ulaşan günleri yaşadık bir zamanlar malum…
Bunun etkisi ile olacak, bizim 1962 Anayasası’nda da o endişenin izleri vardı.

Demokrasi, “hani kötüler arasında en az kötü olanıdır” denir ve bu mecburiyet karşısında yine de bir şeyler yapılmaya karşılanır ya: 
İşte bizim gibi ülkelerde “halkımız isterse” ya da “istiyor” denip olmadık şeylerin yapılmasının en azından frenlenebilmesi, kararların biraz zamana yayılarak daha iyi anlaşılabilmesi için “sistem”de iki ayrı mekanizma kullanılır:
Biri Anayasa mahkemesi, diğeri ikinci meclis yani “Senato”

-Anayasa mahkemesiyle, "iktidarın meclisten geçirdiği", adına milli irade dediği her şey bağımsız bir mahkemenin süzgecinden geçirilir ve hukuka uymayan kanunlar iptal edilir;
-“Senato” denen ikinci meclisle ise, iktidarın “millet ne derse o olur” deyip “Millet Meclisi”nden geçirdiği her metin; ikinci defa, bir kere de “okumuşlar meclisi” denebilecek ve Üniversite mezunu, 40 yaşını aşmış” kişilerden oluşan “senato süzgecinden” geçer.

Türkiye 1962’de bu iki süzgeci birden devreye sokmuş ama buna rağmen yine de demokrasisini “sıkıntılı” olmaktan çıkaramamıştır.
Şimdiki iktidara sorarsanız, kendilerinin de şikayetçi olduğu bu “sistem”i düzeltmenin tek yolu, bütün bu denge/fren mekanizmalarının kaldırılarak kararların tek kişinin takdirine bırakılmasıdır.
Yani bütün frenlerinin boşaltılması…

Diyelim ki bu günküne “itimat” ettiniz
Devlet de “Devlet-i ebed müdded” yani “Sonsuza kadar yaşayacak devlet”tir…
İyi de, şimdiden “kim olacağını bilemeyeceğimiz bir yeni gelenle” memlekette işler giderek sarpa sararsa, daha önceden siyasetin frenlerini de boşaltmışsanız, ne olur bu işin sonu?
Bir bakın bakalım Osmanlı padişahlarının kaçı akıllı, kaçı çocuk, kaçı deliydi?

Bunu yazarken aklıma Nasrettin Hoca’nın ünlü hikâyesi geldi:
Deli’nin biri minareye çıkmış, akıllılar bir türlü aşağıya indiremiyorlar.
Gidip danışmışlar Hoca’ya, 
O da “beline bağlayın bir ip, çekin gelir” demiş.
Yapmışlar yapmasına da, ip çekilince adam yere yapışmaz mı?
“Be Hoca” demişler, sana inanıp yaptık ama ufak bir yanlışlık oldu galiba...

Hoca pişkince, “Yahu” demiş “İp bağlayıp çekme işi doğrudur, bu işte yanlış yok. Hatta biz bir zamanlar böyle ip bağlayıp bir adamı da kurtarmıştık ama onu kuyudan mı çıkarmıştık minareden mi indirmiştik şimdi tam çıkartamıyorum."

Bizce Hoca Nasrettin gibi, bu işte yol gösteren bazı anayasacı "hoca"ların da iyi düşünmeleri gerek; 
Önerdikleri sistem sonuçta destekledikleri kişiyi kuyudan çıkarmaya mı yarıyor, minareden indirmeye mi?

Bu işler için şimdi herkes oy kullanacak.
“Atalarının, dedelerinin, babalarının bin bir fedakârlıkla buraya kadar getirdiği ülkemizde, bu memleketin geleceği konusunda, benim de hem hakkım hem atalarıma karşı sorumluluğum var” diyen herkes iyi düşünüp işi “hayır”lı bir çözüme kavuşturmalı.

Bülent SOYLAN | Tüm Yazıları
Hits: 4819