Konu kesintili eğitim olunca, AKP gerçekleri saptırdığı gibi akademisyenler içinde de gerçekleri saptıranlar çıkıyor: Örneğin Prof. Dr. İrfan Erdoğan! Erdoğan, büyük tartışma yaratan 4+4+4 konusunda, 1 Mart 2012 tarihinde “Eğitim sistemi düzelme yolunda” başlıklı bir makale yazmış. Eğitim konularında kitapları olan Erdoğan, 1993 yılından bu yana İstanbul Üniversitesi’nde ve şu andaki adıyla Hasan-Ali Yücel Eğitim Fakültesi’nde çalışıyor. Erdoğan, yazısında, kendisini bu fakültenin mensubu olarak değil de, Hüseyin Çelik’in seçimi üzerine iki yıl kadar yürüttüğü ve sonra ayrılmak zorunda bırakıldığı, “Talim ve Terbiye Kurulu Eski Başkanı” (TTKEB) olarak tanıtıyor.
Erdoğan’ın kendisini geçmişte kalmış ve AKP’ye yakınlığını çağrıştıran bir unvanla tanıtması, güncel bir sorunla ilgili yazısına, “Bize özgü ilk eğitim kurumu medreselerdir” diyerek başlaması ve 4+4+4’ü benimseyip bu konuda AKP’ye destek çıkması insanı şaşırtsa da günümüzde ne yazık ki anlaşılabilir bir durum. Ancak gerçekleri “bile bile” gerçeklerin tam da tersinin söylenmesi yakışıksız oluyor. Erdoğan (italik harflerle aşağıya kopyalanan) yazısında şunları söylüyor.
“İlkokulların ve ortaokulların kesintisiz olarak ilköğretime dönüştürülmesi ile birlikte okul ile çevre birbirine yabancılaştı. Çocuklar en narin dönemlerinde her gün azımsanmayacak bir süreyi servis araçları içinde geçirmeye başladı. Okulun bulunduğu çevreyle öğretmenler arasındaki duygusal bağlar iyice zayıfladı. Oysa öğretmen o zamana kadar bir anlamda bulunduğu köyün, kasabanın ve mahallenin öğretmeniydi, ışık kaynağıydı, önderiydi. Zira öğretmen herhangi bir ilkokulun değil okulun bulunduğu köyün öğretmeni olarak anılmaktaydı.”
Eğitimde yaşanan bütün kötülüklerin 1997’de uygulanmaya başlayan kesintisiz eğitime bağlanması, gerçeklerle örtüşmüyor. Çünkü köy okullarının kapatılmasının kesintisiz zorunlu eğitimle bir ilgisi yoktur. Siyasal iktidarlara göre köylerde yeterli sayıda öğrenci kalmadığı için taşımalı eğitim uygulaması başlatılmıştır ve Erdoğan’ın bunu bilmemesi olanaksızdır. Bu uygulama, kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasından sekiz yıl önce ANAP zamanında 1989-1990 yılında başlatılmıştır. Taşımalı öğrenci sayısı, kesintili eğitim başlamadan 1996-1997 öğretim yılında 170 bine ulaşmıştır (bkz bakanlık yayını: TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu 1998 yılı bütçe konuşması). Kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması başladıktan sonra da, yeterli sayıda öğrencisi olan pek çok köyde ilk üç ya da beş sınıflı okullar devam etmiş, daha üst sınıflarda yeterli öğrenci olmaması durumunda da ya taşımalı eğitim ya da Yatılı Bölge İlköğretim Okulu seçeneği kullanılmıştır. Erdoğan’ın Çelik’e hizmet verdiği dönemlerde bile, bugün de, büyük olasılıkla böylesi okullar vardır.
Erdoğan yazısında yer verdiği şu ifade de gerçeklerle örtüşmüyor:
“1997’de dayatılan düzenleme ilköğretime verdiği zararın dışında hayata geçirdiği ağırlıklı başarı puanı ve katsayı uygulaması ile liseleri de ayrıştırdı. Böylece meslek liseleri ve liselerin önemli bir kısmı iddiasız okullar haline dönüşerek heyecanını kaybetti. Sonuçta 1997’de yapılan 'kesintisiz' sürdürülen ilköğretimde ve anlamsız katsayı uygulamasına maruz kalan orta öğretimde on beş yıl süren bir çöküş dönemi yaşandı.”
Erdoğan’ın çöküş dediği 15 yılın, ikisi kendi TTKEB dönemi olmak üzere son 10 yılı AKP’ye aittir. Böylesine bir çöküş varsa, neden bugüne kadar seyirci kalınmıştır? Ayrıca bir çöküş varsa bu çöküş, kesintisiz eğitimle ilgili olmayıp birebir AKP’nin eğitim politikaları sonucudur. 2005 yılında küresel sömürgenlerin dayatmasıyla uygulanmaya başlanan yeni ilköğretim programı, çocuğun özgür gelişimini engellemektedir. Kendisinin kurul başkanıyken ortaöğretime geçişteki tek sınavı kaldırıp üç sınavlı Seviye Belirleme Sınavı’nı getirip çocukları daha da küçük yaşlarda dershanelere yönlendirmesi, eğitim sistemindeki “ezberci eğitim” uygulaması ile eğitimin piyasalaşmasını hızlandırmıştır. Üniversiteye girişte yapılan tek sınavın altı sınava çıkarılması da, ezberci eğitimle piyasacı eğitimi pekiştirmiştir. AKP’nin 10 yılık yönetiminde eğitimin bilimden uzaklaşıp gericileşmesi de bu çöküşü hızlandırmıştır. Eğitimdeki çöküş, bu gerçekler ışığında kesintisiz eğitime bağlanabilir mi?
Erdoğan, kesintisiz eğitimle ilgili kararı “1997 dayatması” olarak sunup bunu 28 Şubat’a bağlıyor. Dolayısıyla, 4+4+4 uygulamaya konursa bunun rövanşı alınmış oluyor! Erdoğan’ın zorunlu eğitim konusundaki tarihsel geçmişi de yok saydığı anlaşılıyor. Oysa Erdoğan, 8 yıllık zorunlu eğitimin 1973 yılında yasalaştığını iyi bilmektedir. Bu konunun 1974 yılında yapılan 10. Milli Eğitim Şurası’nda da büyük destek gördüğünü de bilmektedir. O yıllarda, meslek ortaokulları olmadığı için zorunluluk süresinin, kesintisiz eğitim anlamına geldiğini de bilmektedir. Siyasi iktidarların 8 yıllık zorunlu eğitime geçişi çeşitli nedenlerle ertelendiğini de bilmektedir. Erdoğan, 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim konusunun, “28 Şubat” daha ana rahmine düşmeden, 13-17 Mayıs 1996 tarihinde toplanan 15. Milli Eğitim Şurası’nın tartıştığı konulardan biri olduğunu da bilmektedir.
Bu 15. Şura’da, dinin ve kininin davacısı olan konuşmacılar istedikleri kadar konuşmuşlardır. Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yazdırılan, yazarları arasında İrfan Erdoğan adı da bulunan, laik ve bilimsel Cumhuriyet eğitimini yerden yere vuran, kesintili ve dini eğitimi savunan “Türk Eğitim Sistemi: Alternatif Perspektif” adlı kitap, bu şuraya katılan herkese bedava olarak dağıtılmıştır. Yine de bu şurada, kesintisiz eğitim büyük oy farkıyla kabul edilmiştir. Böylesi bir geçmişi olan olaya dayatma denebilir mi? Kesintisiz eğitim konusu TBMM’de 1997 Ağustos ayında oylanmıştır. Mecliste oy verenler silah zoruyla mı oy vermişlerdir? O meclis, bugünküne göre toplumu daha nitelikli olarak temsil eden bir meclistir; parti başkanlarına bugünkü kadar bağımlı olmayan bir meclistir. Bugün AKP’li üyelerin her oylamada Başbakan’ın isteği doğrultuda oy kullanması mı dayatmadır, 1997 yılının meclisinin kullandığı oy mu? Bu durumları bile bile, “dayatma” sözcüğü kullanılabilir mi?
Bilindiği gibi, 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname sistemi alt-üst eden, rekabetçi öğrenci yetiştirmeye soyunan, bakanlığı ticarethaneye dönüştürüp din öğretimini öne çıkaran ve hiçbir yerde tartışılmadan bir anda kabul edilmiş bir kararnamedir. Erdoğan bu kararnameyi, “Milli Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilat yapısında yapılan düzenleme ise yaklaşık on yıldır yorulan ve verimsizleşen kadroların değişmesini sağlaması ve kurumsal işleyişe sağlayacağı katkılar açısından çok yararlı oldu” diyerek savunmaktadır. Bu yorumun ipe-sapa gelir yanı yoktur. Erdoğan, bir göreve getirilip görevden almanın ne kadar kolay olduğunu TTKEB görevine getirilip ayrılırken bizzat yaşayıp bilen bir kişidir! Yorulan/verimsizleşen kişilerin değişmesi için sistemin alt-üst edilmeyeceğini ve bakanın ağzından çıkan bir sözün yeterli olduğunu bile bile, böylesi bir yorum yapılabilir mi?
Erdoğan, günümüzde, sanayi toplumunun gereksinim duyduğu ara elemanlara değil de, bilgi toplumuna özgü öğrenen, bilgi üretip kullanmasını bilen kişilere gereksinim duyulduğunu bilmektedir. Eğitimci olarak, genel eğitim süresi uzadıkça kişilerin yeni şeyleri daha kolay öğrendiğini de bilmektedir. 1996 yılındaki 15. Şura’da işverenlerin temsilcisinin, “Bizim meslek lisesi mezununa gereksinimimiz yok, biz istediğimiz mesleği öğretiriz, yeter ki bize gelenler öğrenmeyi öğrenmiş olsunlar” dediğini de biliyordur/okumuştur. O şurada bakanlık müsteşarı Bener Jordan’ın, “Meslekler günümüzde 2,5 yılda eskiyor dediğini de biliyordur/okumuştur. Erdoğan, eğitimci olarak ve de TTKEB sıfatıyla, kesintisiz eğitim uygulamasıyla AKP iktidara gelene kadar imam hatip liselerine gidenlerin sayısının azalmasına karşın ortaöğretime devam edenlerle, meslek liselerine ve meslek liselerinden de ilgili yükseköğretim programlarına gidenlerin sayılarının çoğaldığını da bilmektedir. Mesleki eğitime önem verme gösterisini yeğleyen AKP’nin iki yıl önce bu okullara öğretmen yetiştiren mesleki teknik eğitim fakültelerini kapattığını da bilmektedir. Bu gerçekleri bile bile, zorunlu eğitimin kesilebileceğini benimsemek ve “Meslek liseleri iddiasız okullar haline geldi” demek mümkün mü?
Erdoğan, “Bu düzenlemeyle birlikte kız çocuklarının birinci kademeden sonra okula devam etmeyeceği, çocuk işçiliğinin yaygınlaşacağı ile ilgili endişeleri haklı kılacak en ufak bir emare bulunmamaktadır” derken de, gerçekleri saptırmaktadır. Mesleği gereği ve TTKEB olarak bu konuda Erdoğan’ın şu gerçeği bilmemesi olanaksızdır: Zorunlu eğitim dışında kalanların çoğunluğu kız çocuklar olmak üzere, yoksul, dar gelirli, kırsal yörelerde yaşayan ve farklı ana dilleri olan aile çocuklarıdır. 4’üncü (ya da 8’inci) sınıftan sonra sistemden kimlerin ayrılacaklarını bile bile, “Endişe edecek bir emare yoktur” demek, gerçeklerin üstünü örtmek ve yoksulun sistem dışında kalışını içine sindirmek anlamına gelmez mi?
Yurt dışında öğrenim görmüşlere sormak gerekir: “Devlet halkın parasıyla yurt dışına gönderip akademisyen olmalarına fırsat verdiği kişilerden Türkiye’ye döndüklerinde, bilime, eğitime, insan haklarına bağlı kalmayı mı bekliyor, yoksa davaları için öğrendiklerini ve gerçekleri ters yüz etmelerini mi?
“Dininin ve kinin davacısı olmak” böyle bir şey mi?
(SolHaber)