Türkiye’nin altmış yılı aşan NATO üyeliğine rağmen bugüne kadar hava savunma zafiyeti giderilememiştir. Elindeki sistemler modern hava savunma ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. Bölgemizde özellikle Rusya, İran, Suriye ve İsrail’in elindeki Balistik füze ve kitle imha silahları nedeni ile hava ve füze savunma sistemleri zaruri ihtiyaçtır ve bu konuda atılacak her adım hayati önemi haizdir. Bu konuda kaçınılmaz stratejik adım sonunda atılmıştır. Uzun süren bir sürecin sonunda Savunma Sanayi İcra Komitesinin (SSİK) 26 Eylül 2013 Tarihli toplantısında alınan kararlar çerçevesinde; Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi Projesi ihalesini Çin devlet firması CPMIEC kazanmıştır.
Savunma projelerinde temel ilke; milli hedef ve ulusal çıkarlarının zorunlu kıldığı ihtiyaçların ulusal güvenlik stratejilerinin gerektirdiği öncelik ve koşullarda karşılanmasıdır. Bu nedenle ulusal güvenlik stratejileri, üyesi bulunduğumuz uluslar arası örgütler ve tarafı olduğumuz uluslar arası anlaşmalar ile maliyet etkinlik öncelikle dikkate alınan faktörler arasındadır. Yurtdışı hazır alım modeli[1] ile çıkılan ihalenin sonunda SSİK’nun Çin ile Türkiye’de ortak üretimi sağlayacak bir model üzerinde karar kılmasının ardında da aynı faktörlerin yönlendirici olması gerekir. Ancak SSİK’dan hem teknik hem askeri hem de politik olarak savunulması güç bir karar çıkmıştır.
Öncelikle teknik kaygıların, Çinli firmanın ihale dosyasında verdiği garantilerlerle kaldırıldığını kabul etsek de özellikle ulusal güvenlik ve NATO üyesi olarak yükümlülüklerimiz açısından SSİK kararı yine de tartışmalara açık bir karardır. Bunun en büyük nedeni Türkiye'nin NATO’nun Füze Kalkanı olarak bilinen “Aktif Katmanlı Bölgesel Savunma Sisteminde (ALTBMD)[2]” yer almasıdır. Uzak vadede de olsa NATO’ya en azından güvenlik riski oluşturan Çin’den hava savunma füzesini alarak Türkiye zor bir yolu seçmiştir.
Çünkü Türkiye, NATO Füze kalkanı sistemine Çin teknolojisini uydurmak, entegre etmek ve Çin’den alacağı sistemlerde de NATO standartlarını karşılamak zorunda kalacaktır. Ancak Türkiye’nin bu sistemi NATO sistemi ile nasıl entegre edebileceği ve özellikle entegrasyon sürecinde NATO açısından ortaya çıkabilecek “güvenlik” açıklarını nasıl kapatabileceği ve en önemlisi Türkiye’nin NATO’da müttefiklerini Çin’e karşı güvenlik açığı olmayacağına nasıl ikna edebileceği çok bilinmeyenli bir denklemdir. Özelikle Kitle İmha Silahlarının(WMD) yayılmasının önlenmesi konusunda vukuatı bol ve tartışmaların odağındaki CPMIEC adlı Çin Devlet firmasının seçilmesi Türkiye’yi çok daha büyük açmazlara sokabilir.
SSİK açıklamasındaki[3] “ortak üretim” vurgusu ile teknoloji transferinin bu karardaki önemi öne çıkmaktadır. Teknoloji transferine NATO’da Müttefiklerimiz ve Stratejik/Model Ortağımız ABD yanaşmamış mıdır? Teknoloji transferinde sorun yaşanmışsa bunun arkasında AKP’nin Türkiye’yi “değerli yalnızlığa”(!) mahkûm eden dış politika hatalarının hiç mi günahı yoktur?
Bunun için NATO’nun 19-20 Kasım 2010 tarihinde gerçekleşen Lizbon Zirvesini hatırlamakta yarar vardır. Bu zirvede Avrupa’da NATO Müttefiklerinin toprakları ve nüfusunun balistik füze tehdidine karşı korunması için Füze Kalkanının kurulması kararı alınmıştır. Bu karar ile ABD’nin Füze Savunma sistemi ile NATO’nun füze savunması sistemleri resmen bütünleşmiştir. Türkiye de NATO üyesi olarak bu sistemin içindedir. Füze Kalkanı projesi Türkiye için olduğu kadar NATO için de hayati önemdedir. Bu çerçevede; 2014 yılına kadar fiilen ABD’nin milli sistemi için faaliyet gösterecek olsa da Malatya/Kürecik’te radar dahi kurulmuştur.
Ancak Türkiye’nin NATO Lizbon Zirvesinde İran’ı cansiperane şekilde savunması kayıtlara geçmiştir. AKP konunun teknik ve stratejik gereklerinden ziyade iç politik hesapları ön planda tutarak “İran NATO’ya tehdit teşkil etmez” varsayımına dayanan müzakere stratejisi yürütmüştür. Hükümet tarafından her zaman olduğu gibi büyük bir zafer edası ile kamuoyuna karşı sunulmuş olsa da “zafer” kime karşı ne maksatla kazanılmıştır? Lizbon Zirvesinde İran’a Türkiye tarafından stratejik ehemmiyet ve öncelik verilerek ABD, NATO ve Batı dünyasına karşı adeta diplomatik savaş verilmiştir de sonunda ne olmuştur?
İran’ı NATO üyelerine karşı savunulurken Türkiye, NATO şemsiyesi altında hava ve füze savunma işbirliği olanaklarını zora sokmuştur. Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olan ülkeler bundan en karlı çıkan ülkeler olmuştur. NATO üyesi diğer ülkeler ise, Türkiye’nin milli savunma ihtiyaçlarını dahi göz ardı ederek Lizbon zirvesinde savunduğu söylemleri İran ile Türkiye arasındaki ortak payda “İslam” üzerinden gerekçelendirmişlerdir. Türkiye’nin “İslam” kimliği belirleyici olmuş ve Batı tarafından Türkiye’nin “Şer Üçgeni” içinde algılanmasına kadar gidebilecek bir sürecin temelleri atılmıştır. Bugün bunların bir hiç uğruna olduğu apaçık ortadır. Çünkü Türkiye Suriye politikaları nedeniyle İran’la Türkiye arasında sert rüzgârlar esmektedir.
Üstelik o günlerde Batı ile aramızda atılan güvensizlik ve şüphe tohumları çimlenmeye başlamıştır. Bu stratejinin Türkiye’ye büyük bedellere mal olduğu 26 Eylül 2013 tarihli SSİK toplantısında ortaya çıkmıştır. NATO’nun Füze Kalkanı sistemleri İran’dan kaynaklanan balistik füze tehdidine karşı kurulurken, İran’a en yakın ve tehdit altında kalabilecek konumdaki Türkiye, İran’ın tehdit teşkil etmeyeceğinde ısrar ederek kendisine yüksek maliyetlerin kapısını açmıştır.
Sonunda Türkiye ile ABD ve NATO üyeleri arasında ortaya çıkan şüphe ve güvensizliğin Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi Projesinin fiyatlarının en yüksek baremden açılmasına neden olduğu ve teknolojik işbirliği kapılarını kapatmış olabileceği yüksek bir olasılıktır. ABD kaynaklı sistemlerin fiyatlarını ise; özelilikle Yahudi lobisi dâhil olmak üzere ABD’deki Türkiye karşıtı politik çıkar grupların ikna olabileceği en yüksek seviyeye çıkarmış olduğu görünmektedir.
Böylesine kritik bir projenin, yıllarca bekledikten sonra sonunda dünya kamuoyunda şüphe ile karşılanan ve ABD tarafından yaptırımlar uygulanan bir Çin firmasına verilmesi, bundan sonra Türkiye’ye hem NATO hem de AB içinde yeni bedeller de ödetebilir. Hele hele Türkiye’nin stratejik/model ortağı ABD’nin son yıllarda her alanda rakibi ve stratejik hedefi olan Çin ile yakınlaşması ve kitle imha silahlarının yayılmasının önlenmesi kurallarına uymadığı için ABD’nin yaptırım uyguladığı Çin devlet şirketine böylesine büyük kapsamlı projenin ihale edilmesi NATO içinde ikna edici hiçbir gerekçe ile açıklanamaz. Bu gelişmeler Türkiye’nin NATO’da üyeliğinin de sorgulanabileceği bir süreci başlatabilir. NATO’nun güneydoğu kanadında ortaya çıkan bu güvensizlik nedeniyle en azından Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail’in NATO üyeliğine kabulü için yapılan girişimlerin başarı şansını arttırabilir.
ABD ile Türkiye arasında var olan güvensizlik derinleşebilir. Sonunda Projenin gecikmesine veya yapılan yatırımların boşa çıkmasına neden olabilecek gelişmeler dahi hesaba katılmalıdır.
Her şey bir kenara; Türkiye'nin Çin’den hava savunma füzesi alması, en azından Türkiye ile ilgili ortaya atılan eksen kayması iddialarına yeni bir yörüngeye oturmakta olduğu iddialarını da getirebilecek mahiyettedir. Bu gelişmeler sadece dış politikada değil, içeride de Türkiye Cumhuriyeti’nin Batıya yönelik aydınlık yüzünde de ağır sonuçlara yol açabilecek yansımaları olabilir.
Yoksa Batı bizi istemiyor savı ile “Müslüman’ın Müslüman’dan başka dostu yok” algısını kamuoyuna kabul ettirerek Sünni eksenli Ortadoğu aidiyetini öngören stratejinin ayak sesleri midir bütün bunlar?