KAPIMIZI ÇALAN KÜRT BAHARI

~ 20.11.2012, Ali ER ~
“Kürt sorununda Teşhis ve Tanımın Önemi” başlıklı yazımı “Özellikle bütüncül bir yaklaşımla sorunu gerçek boyutlarında tanımlamadan yönetmek her yıl bir önceki yılı mumla aratır.“[1] diye bağlamıştım. Tanım ve teşhiste yapılan yanlışlar bugünlerde sorunu beklenmedik boyutlarda tehlikeli mecraya sürüklüyor. Hükümet sorunun sadece asayiş ve terör sorunu olduğunda ayak direrken, PKK ve BDP’nin hedefleri çok açık;  Türkiye Cumhuriyetinin ulus devlet ve toprak bütünlüğüne dayanan yapısının değiştirilmesi ve uzak hedef olarak da devletleşme sürecinin temellerini atmak. Buna rağmen yine 1990’lardan kalan alışkanlıkla mukayeseli şehit ve etkisiz kılınan terörist istatistikleri kamuoyuna pompalanmaya başladı. Bir taraftan da hala çözüm için ABD’nin İstihbarat paylaşımına, İHA ve Süper Kobralara bel bağlayarak, gerçekleri halının altına süpürmekte ısrar ediliyor.
Ancak Ortadoğu’daki konjonktür bu stratejiyi desteklemekten uzak, PKK ve BDP de bunun farkındalar. ABD’nin Irak’tan güçlerini çekeceğini açıkladığı günden beri PKK, Ortadoğu’da varlığını garantiye alacak her türlü fırsatı kullanmaktadır. Ortadoğu’da şekillenen Kürt coğrafyasında bölgesel egemenlik iddiası ile muhatap alınma mücadelesi vermektedir. Politikaları Türkiye-Irak-Suriye üçgeninde bir jeo-stratejiye dayanmaktadır. Buna bağlı olarak PKK’nın tırmanan eylemlerindeki hedefi de “Alan hâkimiyetinden”, “Bölgesel hâkimiyet ve egemenlik” iddiasına dönüşmüştür. Hedef bölgenin sınırları ise, bizzat BDP Eşbaşkanı Sayın Demirtaş tarafından geçtiğimiz Nisan ayında çizilmiştir: "Irak bölünürse bağımsız Kürdistan devleti oluşacak. Suriye’de de özerk Kürdistan oluşabilir. İran’da zaten Kürdistan eyaleti var. Bu durumda Iğdır’dan Hatay’a, Türkiye’nin tüm güney sınırları resmen Kürdistan olacak"[2]
İşte böylesine bir çıkmaza girilmeden ve bugünkü şiddet sarmalına kapılmadan sorun gerçek boyutlarında ele alınabilse idi; gençlerimiz geleceklerine daha umutla bakabilirlerdi. Ama ne yazık ki hala her gün terörle mücadelede şehitlerimiz “Son yolculuklarına” uğurlanıyorlar. Şehit verdiğimiz fidanlarımızın, ana kuzularının babaları da amcaları da 1990’larda şehit düşüyorlardı…
Elimizi vicdanımıza koyup sorgulayalım, 1990’lardan bu yana yüreklerimizi dağlayan her Şehidin ardından verilen söylev ve vaatlerin dışında değişen nedir?  İpe un sermekten öteye geçmeyen “Yetkililerin” boş söylemleri ne işe yarıyor? Bir taraftan halkımız arasında safları daha da keskinleştiriyor, bir taraftan da halkın hem kendisine hem de Devlete güveni sarsılıyor. Ama bu süreçte değişmeyen ortak payda; gençlerimizin akıttığı kan ve gelecek kuşakların kaybolan gönenci, işi ve aşı…
Gün geçtikçe soruna sağduyu ile yaklaşma şansı da gittikçe azalmaktadır. “Tarihçi hocamız” Sayın İlber Ortaylı da bunun altını çizerken tarihi ikazda bulunuyor: “Türkiye ne olursa olsun yaşadığı büyük değişim için büyük bir kan diyeti ödememiştir. Bunu ödetmemek de lazım. Bir şekilde bundan kaçınmak lazım. Türkiye’yi iç harbe götürecek eğilimlerin karşısında durmak lazım.”[3]
Ancak PKK ve BDP’nin merkezinde yer aldığı gelişmelerin dayandığı stratejik hedef artık ortadadır. İç çatışma ortamını tetikleyerek Türkiye’nin belirli bir bölgesinde Devlet egemenliğini, varlığını ve toprak bütünlüğünü sorgulatmaktır. Daha açık ifadesi ile Türkiye’nin belirlenmiş bir bölgesinde “Başarısız Devlet” koşullarını sağlayarak “İnsani müdahale doktrini” gereği dış müdahalenin de şartlarını hazırlarken, en azından dar bir bölgede ”Kürt Baharı”nı tetikleyecek kitlesel eylemleri başlatmaktır.
Özetle PKK, kırk yıla yaklaşan mücadelede stratejik son evreye girmiştir. Sorun artık Ortadoğu’da Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye’de de “Egemenlik ve Toprak Bütünlüğü” sorununa evrilmiştir. “Büyük resmi” tamamlayacak en kararlı adım ise KCK ve BDP’nin başlattığı son “Açlık grevleri” ile atılmıştır. İmralı’dan gelen talimat, 68 gün sonra açlık grevlerinin bitmesine yetmiştir. Sayın Kadri Gürsel’in “Öcalan’lı senaryo” başlıklı yazısında[4] zamanında da yaptığı sağduyulu ikaz ve öngörüler de maalesef İktidarı aymazlığından ayıltamamıştır. Hükümet’in aymazlığını kullanan PKK/KCK ve BDP “Açlık grevler” ile gençlerimizin hayatları pahasına PKK’ya karşı mücadelede yaz boyunca sağladığı durum üstünlüğünü adeta sıfırlamıştır. İçin için kanayan toplumsal yaraya en acısında tuz basılmış, hem Türkiye hem de Dünya kamuoyu en “İnsani” yumuşak karnından vurulmuştur. Kürt kökenli vatandaşlarımızı tarafını seçmeye zorlayan bu adım ayrışmayı daha da derinleştirmektedir.
BDP Milletvekili Sayın Süreyya Önder de açlık grevleri ile ilgili yaptığı açıklamada; “Bugün Türkiye'de olan Tahrir'in bizzat kendisidir fakat Tahrir cezaevidir” sözleri ile hala gözlerini gerçeklere kapatmakta ısrar edenlere “Kürt baharını” noktasız virgülsüz ilan etmiştir. Gerçekten de açlık grevleri “Kürt Baharı”nın ilanıdır. Hiç olmazsa bu resim gerçek boyutları ile teşhis edilmeli ve görülmelidir. Artık BDP için Kürtlerin geleceğini “özgür ve eşit vatandaşlık” temelinde, Türkiye’nin Ulusal ve toprak bütünlüğü içinde temsil etmek misyonu geri plana itilmiştir. Bundan sonraki süreçteki mücadele doğrudan “Öcalan”a endekslenerek uzun vadede Ortadoğu’da Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinde “Liderlik” makamı da doldurulmuştur. Çünkü Ortadoğu’daki dinamikler Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine parlak gelecek vaat etmektedir.  PKK/KCK ve BDP de bu mücadelenin bir parçası olmak ve bölgesel iktidar mücadelesinde Ortadoğu’da köşe kapmak istemektedir.  
Bu nedenle kısır siyasi çekişmelerden ve ön yargılardan uzak, kararlılıkla gerekli adımlar atılmalıdır. Çünkü PKK için hedef Barış değildir. O halde çözüm nedir? PKK’nın silah zoru ile halkın iradesine el koymasına Halkın özgür iradesi ile karşı çıkılmalıdır. Ne olursa olsun Halkın demokratik temsilcilerinin yer aldığı ulusal mutabakata dayalı bir çözüm paketinin eninde sonunda PKK’yı marjinal kılacağı bir strateji yürütülmelidir. Bu strateji için maalesef TBMM’nin katkısı sınırlıdır. Bunun en somut göstergesi çıkmaza giren “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” çalışmalarıdır. Buna da şaşırmamak gerekir. Çünkü son seçimlerde Halk, %10 barajı nedeni ile bir tarafı seçmek zorunda bırakılmış ve TBMM’de şekillenen milli irade halkın özgür iradesini temsilden uzak kalmıştır. O halde “Anayasa Uzlaşma Komisyonu”nun uzlaşmaz tartışmalarına umut bağlamak yerine en ideali; yeni bir anayasa için halk temsilcilerinin sıfır baraj ile yapılacak halk oylamasında doğrudan seçilmesidir. Adı ne olursa olsun, şimdilik “Halk temsilciler kurulu” diyelim, sadece yeni bir Anayasa hazırlamak görevi ile halkın temsilcileri seçilmelidir. Buna olanak sağlayacak Anayasa değişikliği için kısır siyasi hesaplardan masun uzlaşma sağlanmalıdır.   
Sonuç olarak;   bugün sorunun çözümü için PKK’nın silah bırakmasını umut etmek veya şart koşmak, bırakın çıkmaz sokağa girmeyi, dipsiz bir kuyuya intihar atlayışından başka bir şey değildir. Hiçbir terör örgütü “Başarı Umudunu” yitirmeden silah bırakmaz. PKK’nın silah bırakması veya tasfiye edilmesinin, Kürt sorununda çözüm sürecinin başlangıcı için bir temel şart olmadığı ve aksine ulusal demokratik mutabakattın getireceği bir çözümün doğal sonucu olacağı er ya da geç görülecektir. Bütün bunlar yapılırken terörle mücadelede “siyasi kararlılık” içeride ve dışarıda gösterilmelidir. Ancak güvenlik güçlerinin mücadelesinin sorunun çözümüne katkısının sınırlı olduğu ve PKK’nın Halkın özgür iradesini şiddet ve silah zoru rehin almasının önüne geçmekten öte başka işe yaramayacağı unutulmamalıdır.
 
Ali ER


[1] http://www.yeniyaklasimlar.org/m.aspx?id=3578
[3] Cumhuriyetin ilk yüzyılı;  İlber Ortaylı, İsmail Küçükkaya
[4] http://dunya.milliyet.com.tr/ocalan-li-senaryo/dunya/dunyayazardetay/04.11.2012/1621566/default.htm
Hits: 2891