Anayasa değişikliği dayatması ile başlayan, terör eylemleri ve referandum tartışmaları ile tırmanan toplumsal tansiyon halkımızı adeta akıl tutulması içine sürüklemiştir. Kamuoyunda ayrışma ve kamplaşmalar gün geçtikçe derinleşmektedir. Diğer taraftan AKP’nin dış politika üzerinden yaptığı iç politik hesaplar Türkiye’yi eksen kayması tartışmaları içine çekmiş ve üyesi olduğu uluslar arası kuruluşlarda sorgulanır hale getirmiştir. Sorunların gerçek boyutlarında algılanabildiğini ve ortak akılla çıkış yolu arandığını söyleyebilmek ise maalesef mümkün değildir.
İç ve dış dinamiklerin böylesine olumsuzluk içinde olduğu bir ortamda gelişmeleri, “Evet” veya “Hayır” ile ifade edilen iç politik kamplaşmalar çerçevesinde irdelemek, sadece büyük stratejik oyunun gözden kaçırılmasına yardım edebilir. Çünkü keskinleşen safların arkasında Türkiye’de iç politik hesaplaşmalardan çok, Ortadoğu’nun 21nci yy.da yeniden şekillendirilmesine yönelik emperyalist hesaplar yatmaktadır. 20nci yy.da “Barışa Son Veren Barış” [1] ile çizilen Ortadoğu’daki sınırlar içindeki Türkiye, Ortadoğu’nun planlanan 21nci yüzyıldaki yapısına uymamaktadır.
Özellikle Cumhuriyetimizin temel ilkeleri, emperyal güçlerin önünde bir engel ve buna karşılık “Ilımlı İslam” ile soslanmış “Demokratik Türkiye” ise bölgeye yönelik projelerin bir harcı olarak görülmektedir. Ayrıca Türkiye’nin üniter devlet yapısı içinde çok geniş bir coğrafyayı kontrol etmesi, özellikle bu bölgeye yüzyıllarca hükmetmiş bir imparatorluğun genlerini taşıması, bölgede İslam devletlerine model olabilecek çağdaş ve laik tek örnek olması emperyalizmim hesapları ile örtüşmemektedir. Nedenini Bernard Lewis’in saptamalarında görebiliriz.
“Avrupa, Amerika ve Uzakdoğu ülkeleri gibi dış dünya devletleri Ortadoğu ile üç konu ile ilgililer: Enerji gereksinimleri için kaynak, mal ve hizmetleri için zengin ve genişleyen bir pazar ve bu ikisini güvenceye almak için görünüşte de olsa uluslararası hukuk ve düzen’in sağlanması”[2]
Kaynaklar bakımından her ne kadar et ithalatına muhtaç duruma düşürülmüş olsa da Türkiye’nin, Ortadoğu’nun en büyük su ve gıda deposu potansiyeli yadsınamaz. Ayrıca teknolojik gelişmeler bölgenin derinliklerindeki karbon enerji kaynaklarını ekonomiye kazandırabilecek seviyeye ulaşmış görünmektedir. Bor uç ürünleri ve teknolojilerine dayanan temiz enerji hammaddelerinin bu toprakların altında yattığı iddiaları ise göz ardı edilemez.
Üstüne üstlük küreselleşmenin getirdiği olanaklar ve dinamik nüfus yapısı ile bölge bakir bir pazar olarak öne çıkmaktadır. Özetle Türkiye’de Enerji gereksinimleri için kaynak, mal ve hizmetleri için zengin ve genişleyen bir Pazar vardır; ancak Emperyalizm için sorun Türkiye Cumhuriyeti ile kimlik bulan hukuk sistemi ve idari düzendedir.
Bu nedenle emperyalizmin Ortadoğu Stratejik Planlarının ağırlık merkezini, 20nci yüzyıl boyunca ayakta kalabilmiş Türkiye Cumhuriyeti oluşturmaktadır.
Ağırlık Merkezi bir fizik kuralı olduğu gibi, stratejide kısaca “Gücün Kaynağı”dır. Daha açık ifade ile hedef alınacak ülke veya ordu’nun moral ve fiziki gücünün, yumuşak ve sert gücünün, hareket serbestîsi ile mücadele azim ve iradesinin dayandığı güç kaynağıdır. Bu nedenle Stratejik seviyede öncelikle hedefin “Ağırlık Merkezi” belirlenir, sert ve yumuşak güçler de ağırlık merkezine yönlendirilir.
Acaba hedefteki Türkiye Cumhuriyeti’nin ağırlık merkezi nedir? Türkiye Cumhuriyetinin ağırlık merkezini; üniter, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti yapısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini savunan demokratik güç odakları, TSK ve Yargı sistemi ile tanımlamak en azından ideolojik bir yanılsama olmaz.
Bu saptamaları bir kenara koyarak nesnel bir gözle bakıldığında; “Kürt açılımı” ya da “Milli Birlik Projesi” diye hazmettirilmeye çalışılan sürecin de, Anayasa Değişikliklerinin de ortak paydasının emperyalizmin hedefindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin ağırlık merkezinin çökertilmesi olduğu ilk bakışta görülebilir. Bütün bu girişimler, hedef bölgenin Türkiye’nin üniter devlet sisteminden koparılarak, bölgedeki dinamik insan gücü, yer altı ve yer üstü kaynakları dâhil tüm ekonomik potansiyelinin doğrudan emperyalizme açılması projesinin bir parçasıdır.
Çünkü mevcut üniter yapı içinde bölgenin ekonomik potansiyeli, küresel güç odaklarına pahalıya gelmektedir. Merkezi devlet yapısının hukuk ve yargı düzeni, karmaşık ekonomik ve vergi sistemleri yatırım masraflarını artırdığı gibi, kârdan paylarını da azaltmaktadır. Bölgenin doğrudan emperyalizme açılmasının önünde ve emperyal güçlerin planladığı büyük resmin oluşmasında hukuk düzeni, yargı sistemi ve TSK ayak bağı olarak görülmektedir.
Kanıt mı? Yabancı yatırımcıların Türkiye’de en çok şikâyet ettikleri konuların başında yargının geldiğini bizzat Başbakan Erdoğan ifade etmektedir. O halde küresel oyuncular için en ekonomik yol; üniter sistem ile uğraşmak yerine, bir taraftan daha çok demokrasi ve özgürlük söylemleri ile halka umut aşılarken, “süreç” sonunda yerel yönetimleri doğrudan muhatap alıp, aşiret liderleri veya yerel inanç önderleri ile iş bitirmekten geçmektedir.
Ayrıca Ortadoğu gibi şeytan üçgeninde güvenlik ve savunmanın bedeli bütün hesapları alt üst edebilir. Bu nedenle Türkiye’nin “toprak bütünlüğü” bu planın şimdilik olmazsa olmazıdır.
Özetle plan; toprak bütünlüğü için Mehmetçiğin kanı aksın, demokrasi ve insan hakları umudu ile bölge halkı oyalansın, zenginlikler ise; Batılı emperyal güçlerin kasalarına aksın.
İşte halkımızın gözü önünde yaşanan Anayasa Değişiklikleri dayatması ve referandum süreci, TSK’ya yönelik asimetrik psikolojik harekât, tırmanan terör eylemleri ile toplumsal kamplaşmalar, emperyalist güçler için gerekli yeni düzenin adım adım hukuki, kurumsal ve sosyal alt yapısının oluşturulması çerçevesinde değerlendirilmelidir.
Son Anayasa değişikliklerinin ağırlık merkezini oluşturan ”acı haplar” da bu gözle irdelenmeli ve hesabın ne olduğu görülmelidir. Referandumda emperyalizmin hesabının, kendine ayak bağı olmayacak bir hukuk düzeni ve yargı yapısı ile TSK olduğunu tarih ilerde kayda geçirecektir.
Yeni oluşan yargı sistemi Türkiye Cumhuriyetinin ağırlık merkezini ne derecede koruyabilecek ve emperyalizme direnebilecektir. Görmek için çok beklemeye gerek yoktur. Çünkü referandumun hemen ardından kapımızı çalan “Batılı Akil Dostlarımız” da, kimlerin kapısının çalındığı ve kimlerle masaya oturulduğu da ortadadır. Ancak demokrasi ve özgürlüklerin önündeki prangalar yerli yerinde durmaktadır. Büyük resmin oluşması için geriye sivil toplum güç odaklarının silinmesi veya etkisizleştirilmesi, toplumsal bölünme ile düşmanlıkların derinleştirilmesi kalmaktadır.
“Demokratik Özerklik” mi? Aşiret ve yerel inanç önderlerinin tekelinde ve olsa olsa “şahsına münhasır” olacaktır.
Bunu anlamak için çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. Hemen güney komşumuzda milyonlarca Iraklının hayatı pahasına gelinen noktada hangi demokrasiden, hangi insan haklarından bahsedilebilir? Ama bilinen bir gerçek vardır ki; Irak halkına ait olması gereken ülkenin enerji ve diğer kaynakları ABD liderliğinde Batı güçlerinin denetimine girmiştir. Bölge pazarlarında ABD dışında kimin sözü geçmektedir. Sadece ABD’nin bölge ülkelerine yaptığı silah satışları tarihte eşi görülmemiş şekilde dudak uçuklatacak meblağlara ulaşmıştır.
Unutmayalım ki; Batı emperyalizmi Afrika’nın zenginliklerine sahip olurken, Afrika’da halklar İsa ile tanışmış ve Hıristiyanlık dinine sahip olmuştur. Günümüzde ise Güneydoğu Anadolu Bölgemizde halkımız, demokrasi ve insan hakları umudu ile avutulurken, yine aynı güçler bölgenin bakir enerji kaynakları ve ekonomik zenginliklerinde söz sahibi olmak için sağlam adımlarla ilerlemektedirler.
[1] David Fromkin, Peace to end all the Peace
[2] Benard Lewis, Ortadoğu.