“Lübnanlaşmak” nedir?

~ 23.07.2025, Tolga Şirin ~

Lübnan’daki mezhep temelli sistem, toplumu kurumsal olarak parçalamakta ve devletin asli işlevlerini felç etmekte. Mezhepçilik, modern yurttaşlık fikrini aşındırır, yolsuzluğu pekiştirir, sınıf mücadelesini böler. Azınlıkta kalanlar daha da dışlanır. Mezhepçi bir devlet gerçek anlamda bir "Cumhuriyet" olamaz

AKP’nin “Terörsüz Türkiye” söylemine eşlik eden yeni anayasa süreci ve Devlet Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanının iki yardımcısı olsun, bir Kürt, diğeri Alevi olsun” sözleri ve ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’ın Osmanlı millet sistemi için övgüleri haklı bir soruyu beraberinde getirdi:

“Lübnanlaşıyor muyuz?”

Bu çok haklı bir soru. Zira Lübnan, din ve siyasetin birbirine girdiği “konfesyonalizm” denilen mezhepçi bir devlet örgütlenmesine dayanıyor. (Türkiye’de “korporatif federalizm” diye kullanılan şey, bir çatı kavram sayılabilir.)

Bu sistemin kökleri 19’uncu yüzyıla kadar gider.

- 1860’larda Dağlık Lübnan’da çatışmaların tırmanması üzerine Avrupalı güçler bölgede “Hristiyan cemaatleri koruma” iddiasıyla bir oran sistemi uygulatmaya başladılar. Nüfusun dinsel ve mezhepsel dağılımına göre siyasal temsil kotaları getirdiler.

- Bu sistem, 1920’de Büyük Lübnan kurulduğunda devam etti ve 1926’da anayasallaştı.

- 1932’de ülkede bir nüfus sayımı yapıldı ve buna göre parlamento ve bakanlık koltukları “altı Hristiyan’a beş Müslüman” düşecek şeklinde dağıtıldı.

- 1943’e gelindiğinde “Millî Misak” denilen bir metin hazırladılar ve önemli mevkiler için mezhepsel kotaları yeniden netleştirdiler.

Buna göre Cumhurbaşkanı “Maruni Hristiyan”, Başbakan “Sünni Müslüman”, Meclis Başkanı ise "Şii Müslüman" olacaktı.

Sistem mezheplerin altını çizdikçe bu statik kimlikler daha da katılaştı. Katılaştıkça grupsal çatışmalar yükseldi. Müslüman nüfusun artışı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Lübnan’a yerleşmesi, İsrail'in müdahaleleri ve bir dizi ek faktör buna eşlik edince kutuplaşma iç savaşa (1975-1999) döndü. 15 yıl süren bu savaşta en az 120 bin kişi öldü. Devlet tamamen çöktü. Konfesyonist sistemin sürdürülemezliği açıkça görüldü.

Bu süreçten çıkışta 1989 Taif Anlaşması denilen bir metin hazırladılar ve bu çerçevede 1926 Anayasası’nda önemli değişiklikler getirdiler: Maruni cumhurbaşkanının yetkileri azaltıldı, Sünni başbakan ve Şii meclis başkanının yetkileri artırıldı. Meclisteki 6 Hristiyan – 5 Müslüman şeklindeki oran, yüzde 50-yüzde 50 eşitlenecek şekilde değiştirildi. Keza, iki din içinde de mezheplere göre orantılı dağılım ve ülkenin bölgelerinin orantılı temsili güncelleştirildi. Öte yandan mezheplerin veto yetkisi de bu statik durumu iyice pekiştirecek biçimde kabul edildi.

En önemlisi, konfesyonalist sistemin “kaldırılması” bir hedef olarak ilan edildi. Ama bu hedef bir takvime ve kurumsal güvencelere bağlanmadı ve soyut kaldı.

Tabii bunda Anayasa'nın da suçu var.

Zira Anayasa, mezhepçiliği sadece idari yönden örgütlemiyor, sosyal alanda da mezhepçi bir mantığı kurumsallaştırıyor.

Mesela Anayasa’nın din özgürlüğünü tanıyan maddesinde (md. 9) bile “dini çıkarlara saygı” gibi grupsal güvencelere yer verildiğini, her grubun kendi aile hukuku esaslarına tabi kılındığını görüyoruz. Öyle ki aile hukuku, mezheplerin tekelinde olduğu için, karma evlilikler istisnai durumlarda yapılabiliyor (1990’ların sonunda medeni nikah getirme projesi, bahsettiğim veto yetkisiyle din alimlerinin oybirliğiyle reddedildi).

Ülkede millî eğitim yok. Her cemaatin kendi okulunu kurma hakkı (md. 10) var. Bu mezhepsel özerklik, sosyal hizmetlerin organizasyonunda da görülüyor. Yani hizmet almanız biraz da mezhebinizin gücüne ve sizin mezhebinizle kurduğunuz ilişki biçimlerine bağlı kılınıyor.

Bu nedenlerle mezhepçilik toplumsal yapıdan sökülüp atılamıyor.

Sonuç olarak 1990 sonrası Anayasa prensip itibarıyla mezhepçiliği bitirmeye yönelmiş olsa da ülke hâlâ aynı kısır döngü içine takılıp kalmış bulunuyor.

Sistemin sorunları ne?

Sistemin sorunları saymakla bitmez. 

Lübnan’daki mezhep temelli sistem, çatışmayı önlemek şöyle dursun, toplumu kurumsal olarak parçalamakta ve devletin asli işlevlerini felç etmekte.

Lafı uzattığımın farkındayım. Özet geçmeye çalışarak öne çıkan on temel sorunu sayayım:

Birincisi: Mezhepçilik modern yurttaşlık fikrini aşındırır. Lübnan’da devlet karşısında bireyler yoktur, mezhepler vardır. Dini cemaatler anayasal özneler olarak kabul edilirken, sıradan bir insan sadece ait olduğu mezhep aracılığıyla hak ve temsil imkânı bulur. Böyle olunca da kişiler, aktif özne olmaktan çıkıp pasifleşip nesneleşirler. Bu bakımdan Lübnan'da aslında "yurttaş" yoktur, “maraba" ya da "tebaa" vardır.  Mezhebin başındaki lider, sistemden ne koparabilirse altta kalanlar kırıntılardan nemalanırlar.

İkincisi: Mezhepçilik, yolsuzluğu pekiştirir. Çünkü kamu kaynaklarının dağıtımı mezhep liderlerinin siyasal patronaj (arpalık) ağlarına göre belirlenir. Mezhepçilikte kamusal hizmet bir hak değildir, ağaya veya tarikat/mezhep liderine sadakatin karşılığında verilen bir ödüldür. Devlet, ortak kamusal yarar üreten bir organizma olmaktan çıkıp bir bakıma “mezhep baronlarının ganimet alanı” olduğu için “bal tutanın parmak yaladığı” bu düzende yanaşmacılık gayet normal sayılır.

Üçüncüsü: Sınıf mücadelesini böler. Emekçiler mezheplere bölündükleri için ortak çıkarlarını savunamaz hâle gelirler. Bu durum genel olarak ulusal birlik bulunmadığı için anti-emperyalist bir duruşun önünde de engel teşkil eder. Dolayısıyla bağımsızlık ve emek eksenli kalkınma neredeyse imkânsızdır.

Dördüncüsü: Liyakat tasfiye edilir. Biri kamu hizmetine girmek istediğinde yetenekleri ve emeği değil, hangi mezhepten olduğu esas alınır. Kota ön koşul olduğu için  görevler, yeterlilik ya da toplumsal ihtiyaçlara göre değil, mezhep kotalarına göre dağıtılmıştır.

Beşincisi: Şeffaf ve hesap verebilir bir demokratik siyasetin imkânı yoktur. Çünkü önemli kararlar kapalı kapılar ardında, mezhep liderleri arasında alınır. Bu durum hem demokratik denetimi hem de toplumsal katılımı felç eder. Kamuya açık tartışmalar yerine pazarlıklar, uzlaşı yerine çıkar alışverişi hâkimdir. Şeffaflık eksikliği, siyasal analiz yapmayı bile zorlaştırır, halk için siyaset neredeyse “okunamaz” bir hâl alır.

Altıncısı: Mezhepçilik toplumsal ayrışmayı sabitler. Siyasi temsilin ve sosyal hizmetlerin mezhepler temelinde dağıtılması, kamusal alanda ortak yurttaşlık kültürünün oluşmasını engeller. Her mezhep kendi tarih anlatısını öne çıkarır. Gerçek anlamda bir "millî eğitim" mevcut olmadığı için, vatandaşlar arasında ortak dil ve birlikte yaşama iradesi gitgide aşınır.

Yedincisi: Azınlıkta kalanlar daha da dışlanır. Devlet, kamu hizmetlerini kendi eliyle değil, dini cemaatler aracılığıyla sağladığı için, azınlıktaki mezhepten olan, mezhebi olmayan ya da “yanlış mezhepten” olan bireyler yapısal dışlanmaya maruz kalır. Mezhepler arası ortak yaşam alanları ve kurumlar zayıflar, herkes kendi cemaatinin içine çekilir.

Sekizincisi: Mezhepçilik dış müdahaleye açık bir yapı üretir. Her mezhep, kendini koruyacak bir dış güç arar: Şiiler için İran, Sünniler için Suudi Arabistan, Maruniler için başta Fransa olmak üzere batılı aktörler birer hami gibidir. Bu dış bağlantılar, iç siyaseti kutuplaştırdığı gibi ülkeyi bir vekâlet savaşları alanına çevirir. Nitekim Suriye ve İsrail’in müdahaleleri, İran ve Suudi Arabistan’ın vekâlet savaşları, Lübnan siyasetinin dış etkilerle biçimlenmesine neden olmuştur.

Dokuzuncusu: Mezhepçilik reformu tıkar. Çünkü reformun muhatapları bizzat mevcut sistemden beslenen aktörlerdir. Veto hakkına sahip mezhep temsilcileri, çoğu kez dönüşümün önünü keser. Böylece kriz dönemlerinde reform ihtiyacı artsa da, sistem içinden reform üretme kapasitesi zayıftır. Bu da sürekli kriz, tıkanma ve temsilsizlik döngüsünü besler.

Onuncusu: Mezhepçilik geleceği ipotek altına alır. Eğitim sisteminden medya yapısına, spor kulüplerinden güvenlik aygıtlarına kadar tüm alanlar mezhepsel çizgilerle yeniden üretildiğinde, yeni kuşakların “karma kimlikler” geliştirme olasılığı ortadan kalkar. İnsanlar, kendi mezheplerine ait olmayan herhangi bir kolektif yapıda yer almaktan çekinir hâle gelir. Bu da hem ortak bir kamu fikrini hem de kolektif aidiyetin oluşmasını engeller. Mezhepçi bir devlet gerçek anlamda bir "Cumhuriyet" olamaz.

Etnikçilik, mezhepçiliğe benziyor mu?

Benziyor. Bunun örneğini Irak’ta gördük. 2003’te Irak’ın işgal edilmesinden sonra benzer bir kurgu 2005 Irak Anayasası kapsamında, bu defa etnik yönler de öne çıkarılarak hayata geçirildi.

Sözde siyasi çoğulculuk diye takdim edilen şey, aslında etnik veya mezhepsel kimliklere göre alt topluluklara bölünmeyi ve bu bölünmenin meşrulaştırılmasını sağladı.

Bu durum yeni Irak devletinde ulusal bilincin inşasına engel oldu. Her grup, “sistemden ne koparırsak kârdır” mantığıyla hareket etti ve aynı topluluk içindeki insanlar, kendilerini meşru olarak kimin temsil edeceği konusundaki tartışmalara boğuldu ve kimlik çıkarları kamu yararının önüne geçti. Siyaset, "yağmacılık" pratiğine dönüştü.

Tıpkı Lübnan’da olduğu gibi Irak’ta da kendi topluluklarının veya özerk idari bölgelerinin çıkarlarını genel çıkarlarının üzerinde tutan ve klientalist (ahbap çavuş ilişkisini esas alan) politikacı tipi gelişip serpildi. İnsanlar kendisini destekleyen etnik/mezhepsel bölgelerinin ötesinde (bölgeler üstü) siyasete ilgi duymaz oldu.

Aslına bakarsak bu, ABD’nin de tam olarak istediği şeydi çünkü tam olarak "divide et impera" (böl ve yönet) mantığına uygundu.

Karşı çıkılıyor mu?

Bu projeler, her iki ülkeye de Batılı güçler tarafından dayatıldı. Buna karşılık ikisinde de aydınlar buna itiraz etti ve uyarılarda bulundu. Örneğin Irak’ın dikkate değer isimlerinin 2005'te anayasa yapım sürecinde ülkenin “Lübnanlaşmaya” doğru gittiğini söylediklerini, “Kürdistan”ın yanı sıra “Şiistan” veya “Sünnistan” kurulmak istendiği itirazında bulunduklarını görüyoruz.

Ama bu uyarılar dikkate alınmadı. ABD ve geçici yönetim, mezhep ve etnik kimliklere dayalı bir sistemi Anayasa'ya yazdırdı. Böylece Lübnan’dakine benzer bir yapı Irak’ta da kuruldu. Irak da etnisitelere ve mezheplere iyice bölünmüş, ortak yurttaşlık bilinci iyice zayıf bir ülkeye dönüştü.

Lübnan’da da bugün bile benzer uyarılarda ve itirazlarda bulunanların sayısı az değil. Arap Baharı patlak verdiğinde bunun Lübnan’daki tezahürü, sokağa çıkan insanların mezhepler düzeninin sona ermesi talebini yükseltmesiydi.

Kişisel deneyimim

Yazıyı kişisel bir deneyimimi aktararak bitireyim.

Bu rahatsızlığı, geçen sene Beyrut’a gittiğimde orada tanıştığım hukukçulardan da duymuştum. Bir meslektaşım bana yeni çıkan bir kamuoyu araştırmasını heyecanla okumuştu. Araştırmaya göre halkın yüzde 60’ına yakın kesimi mezhepçilikten nefret ediyor ve bu sistemden kurtulmak gerektiğini söylüyor idi.

Sonra da şöyle devam etti:

“Halkın çoğunluğu böyle düşünmesine rağmen, yerleşik yapılardan ötürü bu talep siyasi alana yansıtılamıyor.  Çünkü bu düzen, en çok mezhepçi siyasetçilerin işine geliyor. Ellerindeki güç ve ayrıcalıkları kaybetmemek için değişime direniyorlar. Dış destekli mezhep liderleri, medyayı ve dini söylemleri kullanarak halkı bu düzene razı etmeye çalışıyor. Yani halk mezhepçiliği istemese bile sistem bir türlü değişmiyor. Zira (Türkiye'deki ifadeyle söylersek) aşiret ağaları ve tarikat liderleri ile bu çıkar ilişkilerini yöneten yolsuz liderler bu düzeni pek seviyor. Emperyalistler de bunları öne çıkarıp bu sistemi parlatıyor.”

Bugün de Türkiye'de bu türden bir düzeni savunanların kimler olduğuna baktığınızda durumu net biçimde anlayabilirsiniz aslında.

Bu gidişe izin vermemeliyiz.


https://t24.com.tr

Tolga Şirin | Tüm Yazıları
Hits: 274