Türk Solu da köylü müdür? - TARIK ÇELENK

~ 09.09.2024, Yeni Yaklaşımlar ~

Ekopolitik Düşünce Merkezi’nin kurucusu Tarık Çelenk “En geniş anlamıyla Osmanlı’dan günümüze Sol, ülkenin entelektüel ve sosyal manada sorunlarıyla dünyaya çıkış penceresi olagelmiştir. ” diyor.

TARIK ÇELENK

Uzun süredir kendi açtığım Türk Sağının dönüşemeyen köylülüğü veya taşralılığı tartışmalarının içindeyim. Konuyu, Mahallenin Krizinden Memleketin Krizine adıyla Beyoğlu Kitabevinden yayınlanan son kitabımda daha vurgulu şekilde ortaya koymaya çalıştım. Bu anlamda kitaptaki argümanlara karşı tez üretememe sıkıntısı içindeki Sağ aydınların tek üretebildikleri soru, “Peki, anladık ama Türk Solu da bu köylü değil mi?” oldu. Türk Solu, benim penceremden, ülke siyasetinde seçmen açısından (birkaç istisnai dönemi saymazsak) iktidarı belirleyici rolde olamadı. Bu açıdan öncelikli ilgi odağım değildi. Sol gelenek benim için yaşam tarzı bakımından yabancı olsa da vazgeçilmez bir entelektüel kaynağı teşkil etmekteydi. Yine de benim için Sol gelenek, hakkında gerekli ahkamı onun içinden kesebileceğim bir kişisel deneyimi içermiyordu. Halen bu konuda yazarken de haddimi bilmeye çalışmaktayım.

Türk Solu denilince kendisi benim için seküler ve enternasyonal bir dünya görüşünün çadırını ve buna bağlı yaşam tarzını ifade etmekte. Bu çadırın ortak paydası veya direği sekülerlik. Pay ise benim için bazen Türkiye bağlamında Solda görülebilecek olan liberalizm ya da liberal sol, bazen Kemalizm, bazen ulusalcılık ve elbette sosyalizmin-komünizmin varyantlarıdır. Muhafazakâr mahallenin karşısında konuşlanan ve sınırları en az Sağ kadar muğlak olan Türk Solunun liberal ve sosyalist kanatlarını ele aldığımızda, onların Türk Sağı gibi devleti kurtarma ideolojisinden oldukça farklı karakterde olduğunu görebiliriz. Onların vurgusu devlete değil, halkadır; devleti kurtarmak değil, halkı kurtarmak, hatta “kurtarmak”tan ziyade kendi program ve usullerince “özgürleştirmek” başlıca gündemleridir. “Hürriyet” o yüzden Namık Kemallerin1, Tevfik Fikretlerin ve onların takipçilerinin (Orhan Pamuk’a kadar) dilindedir ve bu isimler hemen her vesileyle devlet otoritesinin ve devletçi adamların gadrine uğramıştır. Türk Solunun temsilcileri yüzlerini güzel günlerin geleceğine inandıkları ileriye dönüp geleceğin gelmesine özlem duyar. Türk Sağının temsilcileri ise daima mâzinin ihtişamlı günlerinin -bu ihtişamın gerçek olup olmamasından bağımsız- hayalindedir. Bu geriye dönüklükten türeyen “Gericilik” nasıl bir sorunsa, tartışmasız “İlerlemecilik” düşü de ayrı bir açmazı kendi yapısında barındırmaktadır. Halktan, milletten, insanlık ailesinden söz edenler Osmanlı’nın son yarım asrı boyunca Hürriyetten, İttihattan, İtilaftan ve Terakkiden de bahseder. Sağın temsilcileri de bunlara atıf yapsa da ağırlığı Bekadan, Devlet-i Ebed Müddetten, Ezandan, Bayraktan, Dinden ve İmandan yana vermiştir. Bu, ana hatlarıyla bugün de böyle gibidir…
Yıllar önce Türk Sağının Düşünce Atlası kitabımı hazırlarken röportaj yaptığım mahallenin maruf bir aydını, “Sağ demenden hoşlanmıyorum, bari ‘yerli ve milli’ de” demişti. Tabii bu anlamda mahallelinin gözünde Sol da “yabancı ve gayri millî” oluyordu. Sağın dönüşemeyen yerelliği veya köylülüğü, Solun ise evrensel ideolojilerden beslenmesi ve ideolojik taşıyıcılarının zihnen, fikren dışa açık oluşu düşünüldüğünde bu tanım literal olarak pek sırıtmıyordu da.

Meşrutiyet Devriminin tetiklediği Sol-liberal ve sosyalistlerin çıkış noktası ülke insanlarını kurtarmak üzerineydi. Tanınan ilk Osmanlı liberalleri Mustafa Reşid Paşa, Keçecizade Fuad Paşa, Sakızlı Ohannes Paşa, Prens Sabahattin, Cavid Bey gibi düşünür ve bürokratlardı. İlk Osmanlı sosyalistlerine baktığımızda ise çoğunluğu Ermeni, Yahudi veya Rum gayrimüslim Osmanlı aydınlarıydı.

Cumhuriyet kurulurken ve kurulduktan sonra Sol aydınlardan söz edilirken akla gelen Şefik Hüsnü, Hikmet Kıvılcımlı ve Mustafa Suphi gibi isimler de Meşrutiyetin ürünüydü. Liberal ve sosyalist aydınların ortak özellikleri Osmanlı aristokrasine veya burjuvazisine mensup ailelerden gelmeleriydi. Osmanlı aristokrasisi oldukça oturmuş bir kültürel, bürokratik ve kentli tasavvufi gelenek üzerineydi. Dev-Genç’in kurucusu merhum Bülent Uluer ile son söyleşiyi az önce bahsettiğim kitabım için yapmıştım. Uluer bana babasının 27 Mayısçı subay, dedesinin İttihatçı, annesinin babasının ise Sinoplu bir Nakşibendi şeyhi olduğundan bahsetmişti. Mehmet Ali Aybar, Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Behice Boran ve Mihri Belli gibi öncülerden Attila İlhan ve Ahmet-Mehmet Altan kardeşlere uzanan bir grup entelektüele baktığımızda da (bütün ideolojik çeşitlilik ve zıtlıklarına rağmen) Cumhuriyet döneminin Sol aydınlarının çok önemli bir kısmının burjuva ya da aristokrat bir tabandan geldiğini görebilmekteyiz. Bu arada aristokrat gelenekten farklı olarak köy kökenli görülen Zekeriya Sertel gibi sol-liberal aydınların ailelerinin de büyük toprak sahibi olduğunu ve hümanizmden, Aydınlanmadan ve ilerlemecilikten yana bir profil çizdiğini ayrıca ilave edelim.

Siyasi şiddetin acımasızlığını yaşadığımız 1977-1982 arası yıllarda İTÜ’de öğrenciydim. Sağ gelenekten gelen gençler anfi ve koridorlarda sosyalleşemezlerdi. Sathi bir sosyalleşme sadece okulun mescidinde kaçak göçek olurdu. Aynı köy tabanından gelen gençler ise Dev-Genç, Aydınlık veya İGD gibi fraksiyonlara dahil olur olmaz hızlı bir sosyalleşme sürecine girerlerdi. Öyle ki, okulumuzda az sayıdaki kız öğrenciyle kolaylıkla iletişim kurar, sınıfta topluluk önünde konuşabilecek kadar özgüven kazanabilirlerdi.

Aslında ülkemizde Batı standartlarında geleneğe çok bağlı, görgülü bir aristokrat sınıftan bahsetmek pek mümkün değil. Bizdeki aristokratların görgüsü geleneğe pek bağlı değil, Batı’yı taklide bağlı bir görgüdür. Özellikle bilerek veya bilmeyerek devrimler ve karşı devrimlerle geleneğin de parçalandığını varsayarsak, gerçek bir görgü sorununun toplumsal temelde var olduğunu daha net görebiliriz. Sermayeye dayalı değil de bürokrasiye dayalı bir toplumsal elit sınıfının oluşturduğu görgü ve şehirlilik ülkemizdeki “Merkez Sol” siyasetinin de beceri performansını etkilemiştir. Yine de Sol okuma, benim için her zaman mahallede göremediğim bir metodoloji ve rasyonellik kazanımıydı. Hicretin 1400. yılında Beyaz Saray dini kitaplarıyla rasyonellikten uzaklaşmış zihin dünyamı, İslam dünyasının rasyonelliğine ilişkin insanlığa yaptığı katkılarını anlatan İslam özel ekiyle 1979’da Hasan Cemal ve Cengiz Çandarların Cumhuriyet gazetesi zihnimi toparlamıştı.

Köylü merkezkaç devrimci sosyalist radikal grupları dışarıda tutarsak, merkezdeki Türk Solunun altyapısı Serdar Turgut’un dilimize kazandırdığı tabirle “Beyaz Türkler”e kadar uzanmaktadır. Bu anlamda Türk Solunun hâkim karakteri kentlidir ve görgü sahibidir. Şimdiki popülist bekacılığın aksine, Türk Solu Kemal Tahir, Atilla İlhan veya İsmail Cem gibi aydınlarla kendi tarihimizi rasyonelleştirmiş, onu gerçekten yerli ve milli bir dille anlaşılabilir kılmıştır. Arkeolog Halet Çambel, sosyolog Niyazi Berkes, sosyal psikolog Muzaffer Şerif ve etnolog Pertev Naili Boratav’ın sol kimlikleri nedeniyle sürekli sistemden dışlanmalarına rağmen milli kimliğimizin şekillenmesinde farklı alanlarda büyük katkıları olmuştur. Nitelikli kentli Sol elitlerin en büyük şansları, kurumsal geleneği ve zengin müfredatı olan yabancı okullarda okuyarak dil ve kültür-estetik yatkınlıkları sorunlarını çözebilmeleriydi. Gayri milli(!) Amerikan Kız Koleji, Galatasaray Lisesi ve Robert Kolej bunlardan sadece birkaçıydı. Türkan Saylan, Orhan Pamuk, Cem Karaca, Şevket Altuğ, Sait Halman, Tomris Uyar, Halit Refiğ ve Barış Manço gibi isimler bu örneklerdendiler. Anadolu’nun taşra evlatlarının Sağ mahalle gençleri ise bu olanaklardan ya ürkmekteydi ya da mahrumdu. En yeteneklileri iyi bir sanatçı, düşünür olabilmeyi değil, ancak iyi bir mühendis, bürokrat veya müteahhit olmayı hedefleyip başarabiliyordu. Yeniliklere ve kendilerine yabancı gelene doğal olarak çok daha kapalıydılar.

Bu bağlamda Türk Sağı, Sol çevrelerin derdini anlayamadı ve onu gayrımilli nitelemekle sırtından yükü atıp kendince kafasını rahatlattı. Liberallerin, kozmopolitlerin, sosyalistlerin kökü dışarıdaydı. Ya emperyalizmle (ister Amerikan isterse Sovyet emperyalizmi olsun) iç içeydiler, ya Sabetaycılıkla, Masonlukla, Siyonizmle… Bu tekerlemeler Soğuk Savaş boyunca benim neslimi de derinden etkiledi. Öte yandan Türk Solu da Mahalle dediğimiz ve bugünkü iktidarı belirleyen taşrayla yabancılık ilişkisini bir türlü çözemedi. Yeri geldi, Mahalleyi Batılı bir Oryantalist kadar dahi merak etmedi, edemedi. Belki de meraksızlığının arka planında yanıltıcı özgüven ve taklitçi görgüden kaynaklanan bir yabancılaşma yatmaktaydı. Türk Solunun Cumhuriyet misyonerlerini oluşturması veya daha evvelinden Halide Edip gibi Amerikan kolejli liberallerin de işin içinde olduğu köycülük cemiyetleri kurması, geleneksel elitist bakış açısından sıyrılmasına yetmedi. Yeşilçam filmlerinde gördüğümüz türden köye okul yapma, öğretmen götürme romantizmi sıklıkla aksadı ya da derinlikten mahrum kaldı. (Bunda muhtemelen toprak veya üretim geleneğinden değil de bürokrasi geleneğinden gelen taban ile ilişkide sorunlar yaşayan burjuvanın yetersizliğinin de rolü vardı.) Yeşilçam’la aynı yıllarda geniş kitlesel destek bulan sosyal demokrat (yine bir Robert Kolejli) Bülent Ecevit belli bir süre bunun istisnası oldu belki, köy-kent projeleriyle, emeklilik sistemiyle, Erbakan’la iş birliği yaparak, vs; ama o da Mahallelinin Cephe hükümetlerine ve ambargolara yenik düştü. 

Türk Solunun seküler ve ultra pozitivist karakteri mahalleli ile dini kültür esaslı kültürel eşiği oluşturdu. Ülkemizin solu batıdaki tarihsel determinizm ve ultra pozitivizmden etkilendiği kadar batıdaki hermetik düşünceden ve karşı Aydınlanmadan etkilenemedi. Halbuki baktığınızda Latin Amerika solu Katolisizm ile senteze girerek bir başarı hikayesini yaratabilmişti.

Türk Solu, çok büyük çoğunluğu köy kökenli olan ve çok hızla kentleşen bir toplumsal taban dikkate alındığında, tartışmasız ki, köylü değildir. Köylüyü kente adapte etmeye çalışırken de köyünde tutmaya çalışırken de öğretmenlik rolü üstlenmiş olması taşralı muhafazakâr çevrelerce rahatsızlık sebebi görülse de, medenileştirici, yurttaşlaştırıcı geçici bir etkiyi yaratmıştır. En geniş anlamıyla Osmanlı’dan günümüze Sol, ülkenin entelektüel ve sosyal manada sorunlarıyla dünyaya çıkış penceresi olagelmiştir. Kendisini taşradaki tabandan ayıran kültürel eşik de dini kültür ve sembollerin oluşturduğu günlük yaşam tarzına olan ilgisizliğidir ki bu sayede bunca zamandır kullanılan “alnı secdeye değen Müslüman Anadolu evlatları” söylemi mahallede hâlâ geçer akçe hükmündedir.

https://www.karar.com

Hits: 52165