Eski İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan: AYM kararının tanınmaması herkes için güvensizlik demek

~ 19.01.2024, Yeni Yaklaşımlar ~

İlke Gürsoy

Türkiye’nin en önemli hukukçularından, İstanbul Barosu eski Başkanı Turgut Kazan: “Türkiye’de hukukun zerresi yok, yargı da yargı olmaktan çıktı. Eğer Yargıtay’ın Can Atalay kararı TBMM’de okunur ve milletvekilliği düşerse artık Türkiye, Anayasa Mahkemesi’ni de tanımıyor olacak. 61 yıldır avukatım. Sıkıyönetim gördüm, darbe gördüm; yargıda bu kadar kötü bir döneme rastlamadım”

Türkiye gibi, hukukun üstünlüğünün hep tartışma konusu olduğu bir ülkenin yargısıyla 61 yıldır boğuşan bir avukat Turgut Kazan. 1963’te başladığı mesleği boyunca tereddütsüz biçimde insan hakları ve ifade özgürlüğünden yana tavır almış, üstelik bunu hukuk dilini günlük dile çevirebilerek yapmış bir toplumsal figür. İstanbul Barosu’nun efsanevi başkanı.

Bugün 84 yaşında ve eşlik etmesi güç bir enerjiyle çalışıyor. Hâlâ zaman zaman masaya vurarak konuşacak kadar tutkulu, özgürlüklerden yana bir karardan bahsederken gözleri parlayacak kadar heyecanlı, yanlıştan dönülmesi için TBMM Başkanı’na açık mektup yazacak kadar kararlı.

O mektup, Can Atalay hakkında. Anayasa Mahkemesi, Gezi Davası’nda mahkum edilen TİP milletvekili Can Atalay’ın tutukluluğunun seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hürriyetinin ihlali olduğuna hükmetmişti. İki defa. Yargıtay da devreye girip bu kararları tanımadığını, Atalay’ın mahkumiyet kararının TBMM Genel Kurulu’nda okunarak vekilliğinin düşürülmesi gerektiğini açıklamıştı. 

Kazan birkaç aydır devam eden ve ülke yargısını karmakarışık hale getiren bu durumda bir kez daha “Bir hukukçu olarak bu kadarını yapabilirim” diyerek özgürlüklerden yana tavır aldı.

Eskiden olsa bunu yapan yargıç veya savcı hesap verirdi

Aslında sizinle, TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a yazdığınız mektup üzerine konuşmak için sözleştik. Ama röportaja başlamadan birkaç saat önce gelen kararı sorarak başlamak istiyorum. Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu, Türkiye’de bir kişinin ölümüne yol açan bir kazaya karıştı, ağırlıklı kusurun kendisinde olduğunu da gördük, öğrendik. Ve 27 bin 300 lira para cezasıyla dava kapandı. Her detayı bilemeyebiliriz elbette ama bu hukuki manzara ne gösteriyor? 

Bir ülkede iyi işleyen bir hukuk düzeni varsa bunu zaten beklemezsiniz, “acaba ne olacak” demezsiniz çünkü ne olacağı bellidir. Ama söz konusu Türkiye ise herkesin böyle bir kaygısı başlıyor. Bir defa, bir yabancının öyle bir olayda serbest bırakılması mümkün değil. Eskiden olsa Türkiye’de bunu yapan savcı veya yargıç hesap verirdi, hiç mümkün değildi. Ama burada zaten yukarıdan talimatla bırakılıyor. Allah göstermesin, böyle bir kazayı siz yapmış olsanız, hastaneden iyi bir haber gelene kadar evinize gidemezsiniz. Karakol onu bekler, savcı onu bekler. “Taburcu edildi” denirse sizin Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olarak adresinizi, kimliğinizin fotokopisini alırlar, polis öyle bırakır. Ama bir yabancı bırakılamaz, yargılama devam ediyor, nasıl infaz edeceksin? Tutuksuz yargılanması kararı veriliyorsa da yurtdışına çıkması yasaklanır. Ama şimdi uçaklar hazırlanıyor.Fotoğraf: Ferhat Zupc?evic?

Vatandaş olarak ne hissedelim?

Maalesef onun reçetesi bende yok. Ben de aynı şeyi yaşıyorum, size ne önerebilirim yani? Bunu sıkça söylüyorum; Türkiye’de hukukçu olmak denizi olmayan bir ülkede deniz kuvvetleri komutanı olmak gibi. Hukukun zerresi yok. Bıraktık hukuku, kendi yaptıkları kanunları da tanımıyorlar. Kendileri söz konusuysa o kanun yokmuş gibi davranılıyor. Yani bu soruyla başlamanızın aykırı bir tarafı yok çünkü zaten Türkiye’de yargı, yargı olmaktan çıkmıştır. Gezi davasında da aynı şey. Mahkumiyet kararı verilen 312’nci madde “cebir ve şiddetle” diye başlıyor. O da sonuca ulaştırmaya, hükümeti devirmeye “elverişli” olacak. Ben 15-16 Haziran 1970 olaylarının davasında da DİSK sanıklarının müdafiliğini yaptım. O gösteriler de bir kanunun çıkmasını önlemek için İstanbul ve Kocaeli’de yapıldı. Müthiş gösterilerdi, sıkıyönetim ilan edildi falan filan. Ama sonuçta toplantı ve gösteri kanununa muhalefetten yargılandı insanlar. Gezi’de de mesele gerçekten ağaçtı. Parkın korunması için başladı her şey. İnsanlar öncesinde yargıya başvurdu, buradan yola çıkarak hükümeti devirme planı olsa böyle mi yaparlar? Bu bir yürüyüştü, bir tepkiydi ve gerçekten Türkiye için bir demokrasi şöleniydi.

TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’a bir mektup yazdınız ve Can Atalay hakkındaki Yargıtay kararı Meclis’te okunursa hukukun ayaklar altına alınacağını söylediniz. Nasıl bir endişe içindesiniz?

Cumhurbaşkanının bu işte direttiğini görüyorum. Hem kendisini tanıdığımız için hem de izlediği çizgiye bakarak, onun bu konuyu Gezi konusunda bir fire olarak gördüğünü anlıyorum. Ve bu fireye tahammülü yok. Ama şunu da kabul etmemiz gerekir ki Numan Kurtulmuş bugüne kadar kararı okutmadı. Önceki dönemde, Yargıtay 3. Ceza Dairesi ilk kararını da okunması için TBMM’ye göndermişti, Kurtulmuş onu da okutmadı. Belli ki istemiyor ama Erdoğan çok bastırıyor. O yüzden okutma ihtimali bayağı ciddi. Ben bir hukukçu olarak bunu okumanın mümkün olamayacağını söylemiş oluyorum hiç değilse. Hukukçu olarak bu kadarını yapabiliriz, başka ne yapabiliriz?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi defterden silebilir!

Okunursa ve Can Atalay’ın milletvekilliği düşerse ne olur, nedir bunun anlamı?

Bunu yaparsanız artık Türkiye, Anayasa Mahkemesi’ni de tanımıyor olacak. Hatta belki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin şunu söyleme ihtimali düşünülebilir: “Artık kararları uygulanmadığı için Anayasa Mahkemesi Türkiye’de bir yargı yeri değildir. O yüzden eğer ihlal başvurusu yapacaksanız, oraya gitmeden bize yapabilirsiniz.” Düşünün bu Türkiye için ne kadar onur kırıcı bir şey olur. Anayasa Mahkemesi’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından defterden silinmesi ayıptır ama böyle şeyler cumhurbaşkanı için herhalde hiç önemli değil. Okutacak, öyle anlaşılıyor. Hiç değilse Kurtulmuş bir düşünür belki ne yapılabilir diye.

Resmi bir cevap ya da gayriresmi bir mesaj vs. geldi mi?

Hayır, hiç. Randevu istesem de büyük olasılıkla vermeyebilir. Verse bile kavga çıkar.

Mektubunuzda “yargı krizi yaşandığı iddiası doğru değil” diyorsunuz. Halbuki bu konudan bahsederken herkes yargı krizi ifadesini kullanıyor.

Yargı krizi iddiası büyük bir yalan. Öyle bir şey yok çünkü olamaz. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun “Anayasa Mahkemesi’nin kararları yargıyı da bağlar Yargıtay’ı da bağlar” şeklinde kararı var. Yargılama usullerine dair kanunun 50’nci maddesi “tespit edilen ihlal, mahkeme kararından kaynaklanmışsa ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir” diyor. İlgili mahkeme neresi? İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi. Oraya göndereceksin. Yargıtay bu kararı veremez çünkü zaten kesinleştirmiştir o. Onun görevi yargılama yapmak değil. Zaten kesinleştikten sonra Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılabilir. O zaman kanun diyor ki Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar o mahkemeye gönderilir, o da ihlali kaldırmak zorundadır. Bu tam bir operasyon. Yargıtay 3. Ceza Dairesi de özel olarak seçiliyor.

Yani yargı krizi çıkmasını imkansız hale getirecek kadar net ifade var kanunda, öyle mi?

Evet. Hep 153’üncü maddenin bağladığını söylüyorlar. Ayrıca bir de 158’inci madde var: “Dig?er mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki go?rev uyus?mazlıklarında, Anayasa Mahkemesi’nin kararı esas alınır.” O yüzden Yargıtay hiç giremez. Yargıtay’ın bunu alıp inceleme yapması suçtur. 

Bu tür kararlar da olmasa AYM’nin prestiji kalmaz

Bizim vatandaş olarak Anayasa Mahkemesi’ne bakacağımıza dair bir fikrimiz vardı hayatta. Kafamıza böyle yerleştirdik. Bu yeni durum bizi bir boşluğa götürmez mi?

Evet mesela artık Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmamızın önemi kalmadı. Bu da hepimiz için çok ciddi bir güvensizlik yaratır. Ama bu da Sayın Erdoğan’ın eseridir. Ben 1963’te avukatlığa başladım, 61 yıldır avukatım. Yargıda bu kadar kötü bir döneme rastlamadım. Sıkıyönetim gördüm, darbe gördüm, bir darbede 15 yıla mahkum oldum, başkasında iki önemli davada sanık oldum falan ama bu kadar kötüsünü görmedim. Zamanında, Nimet Baş’ın başkanlığındaki Darbeleri Araştırma Komisyonu beni davet etmişti. Orada da söyledim. 12 Eylül’de yaşadıklarımdan sonra daha kötüsü olamaz diye düşünüyordum. Ama (2000’lerdeki) özel yetkili mahkemeleri görünce anladım ki kötünün kötüsü her zaman olabilirmiş. Ama sonra kurulan bu yeni düzen onlardan da kötüsünü yarattı.

Can Atalay’la ilgili tartışma ortada. AYM yakın zamanda ifade özgürlüğünün ihlal edildiğine dair bir karar verdi, özellikle ekşi sözlük ve OdaTV’ye erişim yasağını etkileyeceği konuşuluyor o kararın. Ama o da uygulanmıyor. Nereye varacak bunun sonu?

Toplantı gösteri yürüyüşü kararı da aynı şekilde. Üstelik şu an Anayasa Mahkemesi kararları çok önemseniyor, belki de bunu söylemek doğru değil, ama önemli konuların hemen hemen hiçbirinde doğru kararlar vermemiştir. Çünkü onun da yapılanması 15 Temmuz’dan sonra doğrudan iktidara teslim edildi. Olağanüstü hal kararı ya da ikinci motorlu taşıtlar vergisinin iptal edilmemesi gibi. Şimdi önemli olaylarda o kararlardaki gibi tutum takınmıyor. Çünkü düşün; diyelim ki ben Anayasa Mahkemesi üyesiyim ya da başkanıyım, prestijli bir görev… Bu tür kararlar da olmasa ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de beni yargı yeri saymaktan çıkarsa müthiş bir prestij kaybı olacak. Böyle kararları biraz da bu yüzden alıyorlar.

Siz unutulmaz bir baro başkanısınız, avukatlık denince ülkenin aklına ilk gelen isimlerindensiniz. Baroların, avukatların böyle bir ortamda gücü ne kadardır? Yürüyüşler, açıklamalar var ama tepkiyi yeterli buluyor musunuz?

Daha etkin olabilir ama yapmaya çalışıyorlar. Sonuçta toplumu harekete geçirecek bir gücü olamaz. Sadece herkes için tehlikeyi dile getirmiş oluyorlar. Ne yapsınlar, Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin önüne gidip yürüyüş yapıyorlar. Biz hukukçuyuz, söyleriz. Yapacağımız bir şey yok. Ben aslında dar anlamda siyaset sayılacak hiç bir şey yapmadım, yapmam da. Ama şimdi zorunlu sayıyorum kendimi. 

Bugün hakimler ve savcılar arasındaki ruh halini biliyor musunuz, konuşuyor musunuz? Aralarında durumdan rahatsız olan var mı?

Tabii, Uğur Mumcu’nun ölüm yıldönümüne denk gelen Adalet ve Demokrasi Haftası’nda, Yargıçlar Sendikası’nın toplantısında konuşmacı olacağım. Konusu da yargı bağımsızlığı olacak. Yani hâlâ bu konuda bir arayış var.

Dink davasının 17 yılı: Rezillik

19 Ocak’ta Hrant Dink cinayetinin 17’nci yılı geride kaldı. Siz bu davayı da ilk günden itibaren yakından takip ettiniz. Yargı süreci anlamında nasıl bir 17 yıldı?

Rezillik. Savcısı yargıcı yok ki… Birinci dönemde Ergenekoncular yaptı dediler. Sonra bir noktada hayır FETÖ’cüler dediler. Bu ikisi de uydurma yani. Tabii bir merkezin işi ama sağlıklı bir araştırma yapıldığına inanmıyorum.


https://gazeteoksijen.com/

Hits: 13125