İNŞA-İ HAK

~ 20.11.2012, Av. Reha TAŞKESEN ~

İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.
Victor Hugo

Hukuk dilinde böyle anılıyor. Bugün anlayacağımız şekilde söylersek: Hakkın İadesi. Eskilerden gelen bir tanımlama. Ancak, bir gerçeği de yansıtıyor. Anlıyoruz ki; kişileri mağdur eden söylem ve eylemlerin tarihi oldukça gerilere gidiyor. İnsanlığın bir türlü çözümleyemediği bir sorun. Üstelik bu haksız fiilin faili de her zaman devlet. Tarih kendi vatandaşlarına haksız fiil uygulayarak mağdur eden “yüce devlet” anlayışının öykülerini ve örneklerini kuşaklardan kuşağa taşıyor. Bugün bu tür bir haksız fiil artık “insan hakkı ihlali” olarak adlandırılıyor. Ancak, ders alınıyor mu? Belki evet, ama çok geç olarak.

 
            Ülkemizde sorun çok. Her gün bilgimize sunulan iç ve dış haberlerin tadı yok. Can sıkıcı. Yaşam kavgası veren geniş kitlenin ise derdi, akşam eve ekmek götürebilmek. Bu arada birçok sorun da çözüm bekliyor. Muhtıra ve darbe dönemlerinin haklarını henüz elde edememiş olan mağdurları da bu çözüm bekleyenler arasındalar. Geçmişten günümüze intikal eden bu sorun kısmen çözülebildi. Demokrasimizin ara dönem mağdurları siyasi kararlar ile mağdur edilmişlerdi. Şimdi de idari ve hukuki kararlar ile mağduriyetleri devam ettirilmek aşamasında. Tam bu noktada ne yapabileceğimize bakmak yararlı olacak gibi görülüyor.
 
            Türkiye’nin siyasi tarihi öyle çok dingin değil. İnişli çıkışlı sorunlu yıllar, darbeler, el koymalar ile yaşanan bir süreç. Bu süreç içerisinde siyasi görüşler, etnik ve dini farklılıklar nedeni ile de mağdur edilen binlerce vatandaş. Öyle ki; devlete egemen olan siyasi düşüncenin sergilediği kin ve düşmanlık anlayışı ile mesleklerinden uzaklaştırılan, vatandaşlıktan çıkartılan, yurt dışına kaçan binlerce insan. Bir ülke tarihi için yüz kızartıcı bir durum.
 
            Kuşkusuz bu süreç sadece Türkiye’nin tarihinde yaşanmadı. Bugün “bir daha savaşmamak için birlik olan” Avrupa’nın tarihinde daha kötü insan hakkı ihlalleri yaşandığını biliyoruz. Daha çok yakın tarihe kadar Avrupa tarihinde ayrımcılık yapan, vatandaşını mağdur eden ve de buna haklılık kazandıran bir hukuk anlayışını savunan siyasi anlayışın varlığından haberdarız. Almanya’da 1933 yılından 1945 yılına değin devam eden “Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi” iktidarı en çok belleklerimizde kalan ihlallerin yaşandığı süreçtir[1]. Ancak, çok dikkatimizde olmayan daha yakın zamanlara ulaşan demokratik olmayan devletler ve bu ülkelerdeki insan hakları ihlalleri de hafızalarımızda yer etmiştir. Uygar Batı’da Yunanistan, İspanya, Portekiz 1970’lerde ve 1980’lerde ve doğu Avrupa’daki bütün eski Sovyetler Birliği cumhuriyetleri ise 1990’larda ancak çok partili demokratik sistemlere geçebilmişlerdir.
 
            1930’larda başlayan ve 1990’lara değin devam eden bu karanlık dönemde akıl almaz insan hakları ihlalleri yaşanmış ve milyonlarca insan mağdur edilmiştir. Ancak, Avrupa ülkeleri yıllar sonra bu mağduriyetleri sorgulama ve de nasıl giderilebileceğini araştırma cesaretini ve olgunluğunu da gösterebilmiştir.
 
            Mağduriyetlerin giderilmesi bakımından Avrupa ülkeleri arasında farklılıklar olsa da üç ana istikamette çözüm üretebildikleri görülmüştür.
 
            Mağdur kişilere itibarlarının iade edilmesi, mağdur kişilerin el konulan taşınır ya da taşınmaz mallarının iadesi ve tazminat ödenmesi suretiyle geçmişe yönelik ayıplarından arınmak yolunu tutmuştur Avrupa ülkeleri. Tam olarak başarı sağlandığı bir sav olarak öne sürülmese de bir zamanlar devletin kişilere karşı uyguladığı haksız fiilin izleri bu şekilde giderilmeye çalışılmıştır. Dolayısıyla da hukuksuz dönemin izleri silinmek istenmiştir.
 
            Türkiye ne yapmıştır?
 
            12 Mart 1971 “Hükümete Muhtıra” ve 12 Eylül 1980 “Hükümet Darbesi” süreçlerinde yaşanan hukuksuzlukları ortadan kaldırmak için bir yasa çıkarmıştır. 6191 sayılı Yasa’nın Ek2 maddesi ile bu dönemlerin mağdurlarının maddi ve manevi zararlarının onarılması amaç edinilmiştir.
 
            Bütün dünya hukuk okullarında öğretilen/öğrenilen bir husus vardır: Bir yasanın lafzına ve ruhuna vurgu yapılır. Sözcüklerle ifade edilebilen ve edilemeyen duygu ve düşünceler vardır. İfade edilemeyen duygu ve düşünceler yasanın ruhuna yazılmıştır. Oradan bunları çıkartmak da Yargı mensuplarının hem sorumluluğu ve hem de görevidir.
 
            Türkiye uygulamasına baktığımız zaman Yasama organı tarafından çıkartılan yasanın Yürütme (Milli Savunma Bakanlığı) ve Yargı tarafından eksik bir anlayış ile yaşama ithal edilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
 
            “Askeri Şura Kararı” olmaması, “İtiraz Yolu Açık” olması ya da “Askeri Öğrenci” oldukları gerekçesi ile bir kısım mağdur kişilere haklarının iade edilmesinden geri durulduğu gözlenmektedir. Bu ayrımcı uygulamanın sadece Yasa’nın lafzına sıkı bir bağlılık çerçevesinde ele alınmasının hukuk devleti anlayışına sahip hukukçuların anlaması mümkün görülmemektedir.
 
            Mağdur edilen kişilerin zararlarını onarmaya yönelik ve samimi olduğuna inandığımız Yasa’nın uygulama aşamasında yeni mağdurlar yarattığına ve kişileri haklarını kazanmak için bir hukuk çıkmazının içerisine sokulmuş olduklarını da anlamak mümkün değildir.
 
            Ne yapmak gerekmektedir?
 
            Bunun yanıtı basittir:
 
            1. Olağanüstü dönem hukukunun geçerli olduğu süreç iyi anlaşılmalıdır. Bu süreci belli bir tarihten başlatmak genel anlamda doğru olsa da; olağanüstü dönem hukukunun uygulaması bu tarihten önce de başlamış olabilir. Diğer asker kişiler ile birlikte özellikle “Askeri Öğrenci” sıfatını taşıyanlara da döneme egemen zihniyet tarafından ve bir kastla işlem yapıldığı bir gerçektir. Bu husus yapılan açıklamalar ile de itiraf edilmiştir. Bu durumda yasanın sadece lafzına bağlı kalmak yerine ruhuna bakarak bir anlayış sergilemek daha doğru bir yaklaşım olacaktır[2].
 
            2. Döneme egemen olan siyasi anlayışın tasarrufu nedeni ile bir mağduriyetin varlığı araştırılmalıdır. Bir kamu görevlisinin, asker kişinin ya da bir (askeri) öğrencinin zararlı düşünceye ya da farklı bir etnik ve dini kimliğe sahip olduğu gerekçesi ile mağdur edilmiş olması göz ardı edilmemelidir. Bu noktada da Yasa’nın ruhuna gidilmesi fayda sağlayacaktır[3].
 
            3. Askeri öğrencilerin hangi hallerde ilişiklerinin kesileceği ya da personelin Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayırma nedenleri bellidir. Ancak, tahakkuk eden bu nedenlerin dayandırıldığı gerekçeler belli değildir. Bir açıklama da yapılmamıştır. “Görüşleri ya da inançları” nedeni ile ilişik kesilebileceği bir yerde yazılı değildir. Ancak, mağdur kişilerin bu gerekçeler ile ilişikleri kesilmiştir. Bu kişiler bir “haksız fiile” maruz kalmışlar ve karanlık bir sürecin içerisine itilmişlerdir. Bugün olağanüstü dönem tasarruflarına, olağan dönem mevzuatı/anlayışı ile yaklaşmak en azından o dönemin zihniyeti ile aynı noktada durmak anlamı taşmaktadır. Makul ve mantıklı değildir. Yasanın lafzı ve ruhu ise yeni ve farklı bir bakış açısı getirmektedir. Bu yeni anlayışın kararlara yansıması istikametinde bir iradenin ortaya çıkması doğru yaklaşım olacaktır.
 
            4. Sorun Yargı ile Yürütme arasında bir paslaşmaya dönüşmüştür. Yargı sorumluluk almaktan kaçınmaktadır. Yürütme’den görüş almak istemektedir. Yürütme ise Yasa’nın lafzına sıkı sıkıya sarılmıştır ve bir görüş ortaya koymamaktadır. Kaldı ki siyasi bir makam olan Yürütme’nin hukuki bir tasarrufta bulunması da beklenmemelidir. Yargı makamı Yasa’nın lafzını ve ruhunu iyi/doğru tefekkür ederek mağduriyetleri giderecek bir hukuki çözüm üretebilmelidir[4].
 
            5. Mağdurların belirlenmesinde zamanı bir ölçüt olarak almak doğru değildir. Ana sorun, bir mahkemenin tesis ettiği hükme olağanüstü dönem hukuk anlayışının yansımış olmasıdır. Üzerinde durulması gereken husus kararda bir hukuki irade sakatlığının varlığıdır. Bu sakatlığın ancak etkin ve yetkin bir hukuk heyeti tarafından saptanabileceği de tartışmasız doğrudur. Tartışmalı dosyaların bir siyasi iradenin tasarrufu ve toptancı bir anlayış ile ele alınması yerine, bir hukuk kurulu tarafından tek tek incelenmesinde yarar bulunmaktadır. Nitekim yasanın ruhu da yine bu önemli hususa dikkat çekmektedir.
 
            Sonuç olarak Yargı tarihsel bir sorumluluk ile karşı karşıyadır. Alınacak kararlar hem mağdurların zararlarının onarılmasını sağlayacak ve hem de “Hukuk Tarihi” için çok önemli bir başvuru uygulaması olacaktır.
 
            Mağdur kişilerin mağduriyetlerinin önlenmesi için hukuk mücadelesi veren bütün mağdurlar ve savunma makamı ile savcıların ve yargıçların elbirliği ile çözüm üretmeleri bir sorumluluk ve zorunluluktur.
 
            Olağanüstü dönemin mağdur kişilerini ayrımcılığa tabi tutarak bir kısmına haklarını vermek bir kısmını ise görmezden gelmenin yeni bir insan hakkı ihlali olarak algılanması kaçınılmazdır.
 
            Bu durumda yapılacak bir tek şey vardır:
 
            Yargı süreci sona ermeden önce mümkün olan en geniş mağdur kitle için ve on yıllar sonra inşa-i hak tesis edilmesinin yolunu aramaktır/bulmaktır[5].
 
            Mağdurlara yeni bir karanlık süreç yaşatmamak ya da o karanlık süreci devam ettirmemek ve en önemlisi de insan onurunun korunması/onarılması için sorumlu olan herkesi sağduyulu davranmaya davet ediyoruz.
 
 
 
 
                                                                                              Av. Reha Taşkesen
                                                                                                20.11.2012, Ankara
                                                                                               


[1] RT, Uzun adı: Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi ya da kısaca NAZİ Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterparte)
[2] RT, Genelkurmay Başkanı ve daha sonra da Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren1978 yılında Gazeteci Cüneyt Arcayürek’e yaptığı açıklamada “Maalesef hem genç hem de zeki olanları seçiyorlar. Tespit ettiğimiz anda bunları hemen tasfiye ediyoruz” demek suretiyle idarenin anlayışına vurgu yapmıştır. 1983 yılında Kara Harp Okulu’nda yaptığı konuşma da ise, “Fakat eğer bu hainler Silahlı Kuvvetler içinden ve hele Harbiye’nin içinden çıkarsa, ben ona hain lafını bile az görürüm…12 Eylül’den önce, askeri okullarımıza ve özellikle Harp Okulları’na sızan hain güçler, maalesef geçmişteki arkadaşlarınızdan bazılarını da yanlış yollara saptırmışlar, sapık ideolojilerinin peşinden sürüklemişler ve Silahlı Kuvvetler içerisinde anarşistlerle el ele işbirliği yapmışlardır. Bunlar cezalarını görmüşlerdir. Evvela Silahlı Kuvvetler’den atılmışlardır, ondan sonra da adaletin pençesine teslim edilmişlerdir. Cezalarını göreceklerdir” demek suretiyle bir yerde de geçmişteki tasarruflarını itiraf etmiştir.
[3] 1602 sayılı Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Kanunu, m.20, “Bu Kanunun uygulanmasında asker kişiden maksat; Türk Silahlı Kuvvetlerinde görevli bulunan veya hizmetten ayrılmış olan subay, askeri memur, astsubay, askeri öğrenci, uzman jandarma, uzman erbaş, sözleşmeli erbaş ve er, erbaş ve erler ile sivil memurlardır.”
[4] RT, Bir husus çok önem arz etmektedir. Türkiye’nin yaşadığı olağanüstü dönemler “Askeri Yönetim” altında yaşanmıştır. “Askeri Yargı” bu dönemlerde egemen ve etkin olmuştur. Bugün durum farklıdır. Bu dönemler sorgulanmaktadır ve asker kişilerin mağduriyetlerin önlenmesi (iki üyesi hukukçu olmayan) Askeri Mahkeme muhatap alınarak sağlanmak istenmektedir. Bu dosyaların önümüzdeki süreçte Anayasa Mahkemesi’ne ya da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmesi durumundan bu Askeri Mahkemeler tarafından verilen kararların büyük bir olasılık ile geçersiz sayılacağı açıktır. Karşı karşıya bulunduğumuz bu durumun makul ve mantıklı bir açıklaması bulunmamaktadır.
[5] RT, On yılların acılarına ve sıkıntılarına dayanamayan ve bu fani dünyadan ayrılan mağdurlara Allah’tan rahmet diliyoruz. Tesis edilecek doğru bir hüküm fiziki olarak onlara bir katkı sağlamayacak ve ancak onların ruhlarını rahatlatacaktır.
Av. Reha TAŞKESEN | Tüm Yazıları
Hits: 2172