İŞLENECEĞİNİ HERKESİN BİLDİĞİ BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ

~ 26.04.2024, Av. Abdurrahman BAYRAMOĞLU ~

Yazıya Gabriel Garcia Marquez'in Türkçeye Kırmız Pazartesi adıyla çevrilen kitabının orijinal adını başlık yaptım. Çünkü şimdi anlatacağım öykü, tıpkı Marquez'in kitabında anlatıldığı gibi, işleneceğini herkesin bildiği, ancak engellemek için kimsenin bir şey yapmadığı bir cinayetin öyküsüdür. Her birimizin gözü önünde hemen her gün işlenegelen ve pek çoğuna bizzat tanık olduğum, hatta birkaçında suç ortağı olduğum sayısız kent cinayetinden biridir anlatacağım.

Komşularımızdan biri, uzun süren hastalık sonucu ölünce, evinin önündeki 40 yıllık arabası yok oldu ilk olarak, sonra da onlarca yıldır oturduğu, çeşit çeşit ağaçlarla dolu bahçe içindeki iki katlı evi... 

Yıllarca direnmiş, “Cesedimi çiğnemeden asla!” der gibi, havanın uygun olduğu her gün, evin girişinde iki basamakla çıkılan asma damlı verandasında oturmuştu, beton canavarına meydan okuyan bir edayla. Ne kapı önündeki orta yaş sevdası lacivert arabasının satılmasına razı olmuştu, ne de çevresinde türlü cilvelerle dönüp duran yeşil dolarların ağır baskısına karşın evinin yıkılmasına…

Önce bahçe kapısını söktüler. Cam çerçeve, kiremit, sundurma… Bahçeyi sarıp sarmalayan, Üzüm, İncir, Çam, Ihlamur, Malta Eriği, Kiraz, Limon, Palmiye ve diğerlerinin endişeli bakışları arasında doymaz bir iştahla kemirildi evin ötesi berisi. Olacakları önceden sezme yetilerinden olsa gerek, martılar, kumrular, kediler ve köpekler çoktan uzaklaşmıştı olay yerinden.

Sonra 80 yılda ilmek ilmek örülmüş bir yaşamın sıcaklığı, peş peşe inen bıçak darbeleriyle birkaç saat içinde soğuk taşa döndü. 

***

Hukuk okumak için İstanbul’a gelince, kente daha önce göç etmiş olan ailemin diğer bireyleriyle birlikte İstanbul’un en güzel semtlerinden biri olan Florya’da yaşamaya başlamıştım.

Geçen hafta sonu, semtteki yaşamımın hemen her günü önünden geçtiğim bahçeli bir komşu evinin daha, yerine kaçak kat ilaveli apartman dikmek için yıkıldığını görmek nedense canımı çok acıttı.

Oysa o evin de diğerleri gibi yıkılacağını yıllardır biliyordum. Üstelik 80’li yılların ilk yarısında, benzer bazı evlerin yıkımına katılmışlığım da vardı.

O zamanlar dışarıdan bir bakışla, “Bu yeşil vadiyi istila hakkımız var.” diye düşünüyorduk sanırım. Şimdiyse vadidekilerden biri olarak, “Bunu yapmaya hakkınız yok.” diyen savunma duygusu ağır basıyor olsa gerek.

Belki onca yıl biriken anıların kayboluşuydu canımı acıtan, belki gölgesinde soluklandığım Çınarların birer birer yok oluşu… Saklanabilecek gölgesi olmayan bir çölün ortasında korunmasız kalmak korkusu belki de…

***

Bu semtte yaşadığım yarım yüzyıl içinde semt tümden değişti. Adeta yeniden yapıldı ve ilk yapılanlar yıkılıp, yine yeniden yapıldı. Yeşil alanlar hoyratça imara açıldı. İki katlı evlerin yerini altı katlı gecekondular, ağaçların yerini yapay çimlerin ötesine berisine serpiştirilmiş süs bitkileri, çay bahçelerinin yerini nargileciler aldı.

Birkaç yıl önce Havalimanı taşınınca, ilk zamanlar uykularımızı bölen, alışınca ninni gibi gelen uçak sesleri de yok oldu. Pistleri kırdılar hınçla. Sonra bir kısmını, millet bahçesi görünümlü muktedirin gövde gösterilerine özgülenmiş miting meydanı olarak ayırdılar. Bir kısmına da yeni zenginler için, eski havaalanı manzaralı Osmanlı konakları diktiler.

Sokak aralarında birkaç bakkal, bir kasap, bir berber, bir manav, köyün içinde bahçeli kahve ve yeşillikler arasındaki bahçesinde çocukların cıvıldaştığı mütevazi bir ilkokulun yer aldığı Şenlikköy’ün ortasından Florya Asfaltı geçer ve Atatürk Ormanı bitişiğinden sahile ulaşırdı. İki yanındaki asırlık Çınarların arasından süzülen yoldan, seyrek geçen araba seslerinin arasında fayton tekerlekleri ve nal sesleri yankılanırdı.

Şimdi karşıdan karşıya geçmenin bile zorlaştığı yolun her iki yanı, kaldırım işgalcisi lüks oto galerileri, adım başı önüne dikilen bir banka şubesi, benzin kokularına türlü baharat ve tütün kokularını katan nargile kafeler, lüks lokantalar, marketler, özel okullar ve emlak ofisleriyle dolu.

Şenlikköy artık “Curcunaköy” oldu.

Bayramdan bayrama dolan israf anıtı yeni bir caminin oturduğu, yeşil diye çimen ve mevsimlik çiçeklerle süslü bu toprakların altında, sabahları sıcak süt almak için güğümlerimizle kapısına dayandığımız sütçü ninenin, ağaçlar arasında saklı ahıra bitişik evi vardı.

Ve köy içindeki çeşmenin yanında berber, yanında bahçesinde yetiştirdiklerini satan manav, akşamüstleri adeta köy halkının günlük toplantılarını yaptığı bahçeli kahve ve Atatürk Ormanı bitişiğinde Selanikli Cafer Amcanın muhtarlık ofisi… İstasyon çıkışında bekleyen faytonlar, cıvıl cıvıl Güneş Plajı, Menekşe köprüsü ve sıra sıra balıkçılar…  

Rumu, Türkü, Ermenisi, yerlisi, göçmeniyle güzel komşularımız vardı, çocukların yürüyerek okula gidebildiği mahallemizde. Şimdi sokaklarında mafyanın, kaçakçının ve çeşit çeşit yurt kaçkını göçmenin cirit attığı köyde akşamları dolaşmak, büyükler için bile cesaret gerektiriyor. Günde birkaç arabanın ancak geçtiği sokaklarımızda, kaldırımlara park etmiş arabalar arasından evimizin kapısına ulaşabilecek boşluğu ara ki bulasın.

***

 “İnsan özgülüğe mahkumdur.” der J. P. Sartre. Seçimlerimizle kendimiz ve insanlık hakkında hüküm veririz sürekli. Yani ne oluyorsa insana dair, olduran biziz. Şimdi önünde durup geçmişe hüzünlü bir yolculuk yaptığım bu moloz yığınının altında kalan Son Mohikan’ın kanı benim de ellerimdedir aslında, sizin de…

O halde, yaratılan bir kadere mahkum olmanın kolaycılığına kaçmadan, çevremizde olan bitenden payımıza düşen sorumluluğu üstlenerek, doğaya kıymadan, yeni bir seçimle yeniden var etmeliyiz, kendimizi ve insanı.   

Av. Abdurrahman BAYRAMOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 600