Uçkurları Ayarlama Enstitüsü

~ 11.05.2011, Galip MUNZAM ~
AKP, 2011 yılı itibariyle seçmen tabanı olarak “doğal sınırlarına” varmış olduğunu anladığından hesaplarını kendi oyunu artırmaya değil meclise girmesi muhtemel siyasal aktörlerin oylarını azaltmaya ve meclisteki temsiliyetlerini engelleyerek kendisinin aşırı-temsilini sağlamaya çalışıyor. Kürt siyasetine dönük artan baskıların önemli nedenlerinden biri budur. Ancak bu operasyonda bir dizi sebeple MHP’nin baraj altı bırakılması kritik öneme sahip.
İşte tam da böyle bir noktada tıpkı CHP’nin yeniden biçimlendirilmesi operasyonunda olduğu gibi “kasetler” devreye girdi. Burjuva siyasetindeki ağırlığını “püskevit” misali tüketmiş ve AKP’nin inşa etmekte olduğu yeni düzene intibak sorunu yaşayan Bahçeli’nin bozkurtlarından bir yeni-MHP çıkarılması için düğmeye basıldı.
Esasen düğmeye şimdi basıldığını söylemek doğru olmaz. Düğmeye MHP’nin tabanının “evetçi” cepheye yedeklenmesi meselesinde basılmıştı, referandum sonuçları ile ortaya çıkan manzara daha cüretkâr adımları mümkün kıldı.
Bu operasyonun daha derin detaylarına vakıf olmak bu aşamada ne mümkün ne de gerekli ancak arka arkaya çıkan “kasetler”in ardından başlayan tartışamalarla, AKP’nin söylemi -yahut tıyneti- üzerine birkaç söz söylemek gerekiyor.
Tartışmalar, Tayyip Erdoğan önderliğinde, “ahlâk” ve “ahlâkî değerler” noktasında düğümlendi. Tayyip Erdoğan’ın “bel hakimiyeti” üzerine odaklanan “uçkurlu” söylemi neticesinde, daha önce türban tartışmalarında yapmış olduğu özel-kamusal tarifini yeniledi. Erdoğan’a göre bir erkeğin* nikahlı eşi ile cinsel yaşantısı özel iken, eğer erkek bunu evlilik dışı biçimde yapıyorsa bu ilişki neden olduğunu anlayamadığımız biçimde “genel”dir. Ve dahi “genel ahlaksızlıktır”. Başbakan’ın geçtiğimiz günlerde bir vaazı andıran Kastamonu konuşmasında altını çizdiği noktalardan bir tanesi budur.
Erdoğan, toplumun ahlâk değerlerine, “bizim eskimez değerlerimize”, ters düşenleri uyarmaktadır: Eline, beline, diline hakim olacaksın.
Bu meselenin tartışıldığı bir televizyon programında ise Kezban Hatemi, söz konusu ahlâkî değerleri hukuk açısından ele alırken iki noktanın altını çizdi:
Bir, kamusal sorumluluk alan insanların özel hayatlarının ortalığa saçılması demokratik saydamlık gereğidir.
İki, üç semavî dinde de yasaklar yaklaşık olarak aynıdır. Dolayısıyla bir genel ahlâk kavramından söz edilebilir. Bu kavramın “kaynağı da yüce yaratıcıdır”. Üstelik bu kavram, evrensel hukuk kavramından bir açıdan üstündür: Zira deneme-yanılma yoluyla ulaşılmamıştır bu kavramın içini dolduran kavramlara.
Bunun arkasından, toplumda inanmayanların olabileceğini hatırlayan Hatemi, inananların inanmayanlara, inanmayanların da inananlara saygı duyması gerektiğini söylemektedir. Ancak Hatemi’nin kaynağı “yüce yaratıcı” olan ahlâk kavramından yoksun "inançsızlar" düpedüz ahlâksız olduğundan, bu saygı ilişkisinin ne üzerine bina edileceği anlaşılamamıştır.
“Kaset” meselesine dair üzerine konuşulması gereken başka bir yorum da Akif Beki’nin yazısıdır.
Akif Beki, “kaset” üzerinden siyaset yapıp yapmamanın çeşitli dinî kriterler açısından “caiz” olup olmadığının ulemaya sorulmasını önermiştir. Bu öneriyi yaparken Akif Beki’nin söylediği şu cümle kendisinin gerçeklerle olan ilişkisini göstermesi açısından kritiktir: “Başbakan Erdoğan’ın, kaset siyasetini mubah görmeyi bırakın, içten içe bile hoş karşılamadığı kanaatindeyim.”
Başbakan meydan meydan dolanıp “kaset” mitingleri düzenlerken Akif Beki neden böyle laflar etmekte ve ulemaya soralım gibi bir öneride neden bulunmaktadır?
Kanımca, Akif Beki’nin yazısı üç temel noktaya hizmette bulunmaktadır:
Bunlardan ilki, meseleyi gündemde tutmak sansasyonel bir düzleme çekerek ilginin meselenin üzerinden dağılmasını engellemektir.
İkinci olarak, siyaseti yeniden yapılandırmanın yanısıra tüm bu tartışmaların genel hizmet ettiği nokta toplumdaki muhafazakâr damarı kaşımak ve pekiştirmektedir.
Üçüncüsü, Akif Beki, ulusalcıların stratejist mantıklarına pek yatan AKP-Fethullahçı şebeke arası çelişki söylemine oynayarak fiilin failini belirsizleştirmekte, topu artık taca atarak AKP’den uzaklaştırmakta, meselenin bütünlüğünü parçalamaktadır. Akif Beki’nin çizdiği ve aslında pek çok yazarda ve yorumcuda gözlemlediğimiz bu tablo sanki Türkiye’de bir “bellum omnium contra omnes” yani “herkesin herkese karşı savaşı” varmış izlenimi çizmekte, AKP’nin siyasal, toplumsal ve ideolojik düzlemlere dönük saldırısını gölgelemektedir. Üstelik bu durum söz konusu durumu düzenleyecek bir düzenleyiciye olan ihtiyacı vurgulamakta ve “iradenin ele alınması” gibi uzak anlamlar da ihtiva etmektedir.
Benzer bir vurguyu Zaman’ın kimi yazarlarında bulmak da mümkündür. Örneğin, İhsan Dağı’ya göre hepimizin gözlerinin önünde cereyan eden bu olay ve ülke gündemindeki bir dizi mesele aslında Dağı’nın deyişi ile “Kürt milliyetçiliği” ile “Türk” milliyetçiliği”nin kışkırtılarak AKP’nin sıkıştırılması, tehdit edilmesi meselesidir.
Sonuç olarak, bu operasyonlarla birlikte siyasetin yeniden yapılanmasına hız verilmekte, önümüzdeki dönemin temelleri atılmakta, toplumun laçkalaşmış ayarları ile bir kez daha oynanmaktadır.
Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i isimli çalışmasında burjuva toplumun gelmiş olduğu durumu betimlerken durumu net biçimde özetler. Marx’a göre burjuva toplumu öyle bir durumdadır ki mülkiyeti sadece hırsızlık, dini sadece münafıklık, aileyi piçlik, düzeni de düzensizlik kurtarabilmektedir.
Durum bundan ibarettir. Türkiye’de yeni düzen adı verilen yıkım hırsızların, münafıkların düzenidir. Medyada ve meydanlarada Uçkurları Ayarlama Enstitüsü’nün önemli üyeleri de canhıraş biçimde aile kurumunu kurtarmaya çalışmaktalar.

NOT -1 :
* Bütün bu tartışmalarda kadınların pozisyonu nedir?
Erdoğan, yukarıdaki cümlelere “hanım kardeşlerinden özür dileyerek” başlamaktadır. Ardından Nesrin Baytok’u kastederek söyledikleri ise Erdoğan’ın zihin dünyasında kadının ne denli edilgen bir pozisyonda olduğunu da göstermektedir. Zira, malum olaydan sonra, Baykal yeniden aday “olurken”, Baytok aday “yapılmamıştır”. Yeni kasetlerde adlarını bilmediğimiz “hanım kardeşler” ise “kasetlerin Mata Harileri” olmaktan öteye gitmiyorlar. Kadınlar ya türban tartışmalarında, ya kendilerine yönelik şiddette ya da “kasetlerde” varolabiliyorlar.
NOT-2:
Önceki yazıma gelen yorumlar üzerine:
Her iki okuyucuya da soL'daki değerli yorumları için teşekkür ediyorum. Yorumlara verdiğim yanıttaki gecikme için de özür diliyorum. Ne yazık ki bu yorumlardan hemen sonra soL’daki bu fonksiyona son verildiğinden yanıtı yazdığım halde soL’da yayımlayamamış oldum. Şimdi bu yazıma not olarak iliştiriyorum.
Cemil Meriç mevzuundan başlayayım. Bu yoruma cevap vermek için sanırım virajı biraz geniş almak gerekiyor. Bu vesile ile yazıyı yazarken düşündüğüm ancak ele almaya fırsat bulamadığım bir iki hususa değinmem mümkün olacak.
Hemen iki noktayı hatırlatmam lazım:
Bir, yazıda ideolojinin pejoratif kullanımını “lumpen siyasi akımlar”a mâl etsem de marksizmin erken dönemlerinde dahi ideolojinin “yanlış bilinç” ya da gerçekliği tümüyle altüst eden bir “camera obscura” olarak kavramsallaştırıldığını biliyoruz. Sonrasında marksizmde bu kavramın içeriğinin pek çok düzeltme ve zenginleştirmeye konu olduğu da aşikâr.
İki, Türkiye’deki düzen siyasetinde ve düşün dünyasında ideolojiye yaklaşım üzerine yazılıp çizilen çok nokta var. Ancak şu küçük örnek durumu uzun analizlerden daha iyi anlatmaktadır. Yakup Kadri, Mustafa Kemal’e partinin “doktrin” eksiğini hatırlatınca karşılığında “Elbette yok, eğer doktrine gidersek donarız.” yollu bir yanıt almıştır.
Burada ne marksizm ne de kemalizmin ideoloji ile kurmuş oldukları ilişkiye dair söz söylemek değil amacım. Bu iki örnekle şunu anlatmaya çalışıyorum: Söz konusu kavramın olumsuz bir içerikle kullanımı neredeyse kavramın kendisi kadar eskiye giderken, Türkiye siyasetinde ideolojinin içeriği benzer bir olumsuzlukla malul olagelmiştir. Bu anlamda yelpaze oldukça geniştir.
Türkiye sağının düşünce dünyasında da benzer yaklaşım yalnız değildir. Tıpkı Cemil Meriç’in bu kulvarda yalnız olmadığı gibi... Faşist ideolojinin pek çok önemli ismi ideolojiyi, Meriç’ten de önce benzer biçimde pejoratif bir içerikle, anti-modernist ve Batı karşıtı bir bağlamda kullanmıştır.
Doğrudur. Cemil Meriç, 1960’ların ikinci yarısından itibaren (Küba Füze Krizi sonrası Soğuk Savaş’ın en şiddetli dönemi) “ideoloji” kavramı üzerine kafa yormuş ve ilgili yorumda da aktarıldığı üzere bir denemesinde bütün “izm”leri deli gömleği benzetmesi ile tanımladığı o meşhur aforizmasını dile getirmiştir.
Benim kanaatim odur ki, Cemil Meriç’in ilgili kavrama ulaşmasında yakından takip ettiği Fransız entelektüel camiasının büyük payı vardır. Aynı dönemde Fransa’da entelektüel cenahta devrim talebi yerini önce akıl hastanesi gibi kurumların eleştirisine bırakmış ve ardından “delilik”, “arzu” ve “cinsel özgürleşme” gibi bireysel temalar ön plana çıkmaya başlamıştır. Aynı zamanda ideoloji kavramı yapısalcılık ve nüvelerini gördüğümüz post-yapısalcı akımların entelektüel ortamdaki ağırlıklarının artması ile ideoloji kavramı ve “ideolojiler” yeniden mercek altına alınmıştır. Bence burada da görüldüğü üzere Cemil Meriç, sık sık “Avrupai” ideolojileri eleştirse de aslında Avrupa’daki entelektüel tartışmalardan çok uzak ve bu tartışmalara yabancı değildir. Bu tartışmalardan ciddi biçimde de etkilenmektedir. Bana kalırsa bu benzetme tesadüfi değildir. “Özgün bir fikir işçisi” olarak Cemil Meriç imajı bana hep kuşkulu görünmüştür.
Son olarak, Meriç’in bu sözünün de aslında yazıda çizmiş olduğum demagojik çerçeveden bağımsız olduğunu düşünmüyorum. Zira daha sonra bu ifadesinin çokça tekrarlanmasına binaen kendisi bu ifadeyi “ideolojiler aleyhine ideolojik bir ikaz” olarak adlandırmıştır. Meriç’in şu sözleri meseleyi özetlemekte ve yazıda yapmış olduğumuz tespitlerle birebir örtüşmektedir:
“Marksizm de dışarıdan gelen bütün ideolojiler gibi bir felaket kaynağı olmuştur. Çünkü, çocuklarımız hazırlıksızdılar. Marksizmin de bir ideoloji olduğunu bilmiyorlardı. Delikanlılar çarpıtılmış sloganları dünyaca geçerli bir hakikat sandılar. Oysa Marksizm bir doktrin olmadan önce, bir araştırma yöntemidir.” (Mağaradakiler, İstanbul: İletişim, 2003, sf. 231).
Cemil Meriç mevzuuna son vermeden önce şu noktayı belirtmem lazım: Yazıyı yazarken de “deli gömleği” benzetmesinin menşei konusunda araştırma yapmış olsam da ne yazık ki bu konuda bir bilgiye ulaşamadım.
Fırsattan istifade yazdığım bu “korsan” yazının ardından şimdi Herakleitos’un bahsettiği noktaya gelebilirim.
Türkiye sağının tarihselliğine yapılan vurguya katılmamak elde değil. Her siyasal hareketi kendi tarihselliği içinde değerlendirmek en sağlıklı yöntemdir. Bu bağlamda hemen söylemem lazım ki Türkiye sağının tarihselliğinde entelektüel etkinliğin pratiğe nazaran tuttuğu yer yok denecek kadar azdır ve söz konusu pratiğin Soğuk Savaş sürecinde tümüyle baştan aşağı yeniden ve bir kaç kez şekillendiğini söylemek pekâlâ mümkündür. Bu nedenle bu ifadenin Tayyip Erdoğan ya da başka bir sağcı lider tarafından tekrarlanmasında bana kalırsa referans Cemil Meriç değildir. Zira, yukarıda kısaca bahsetmiş olduğum çerçeveye binaen şunu söyleyebilirim: Muhafazakar bir aydın olan Cemil Meriç’in kendisi de Türkiye sağının tarihselliği içinde değerlendirilmelidir.
Bu noktada evrimonal rumuzlu sayın okuyucumuzun yorumuna geçebilirim.
Yorumdaki genel doğrulara katılmamak imkansız. Zaten yazının içeriğinin de bu genel doğrularla (örneğin, ideolojiler alanının mülkiyet ve üretim ilişkileri tarafından belirlendiği tezi) çeliştiğini sanmıyorum. Fakat tam da burada iki önemli itirazım var:
İlki, okuyucumuzun “itiraz” olarak dile getidiği pek çok noktanın zaten yazının içeriğinde olması.
Yazıda antikomünist AKP’nin sınıfsal kimliğinden ve (bir zayıf halka adayı olan Türkiye’de hükümet eden) AKP’nin ve egemen sınıfın korkaklığından, bu bağlamda ortaya çıkabilecek ani sol tepkilerle merkezkaç etkilerden vs. zaten bahsediliyor. Bu noktada sorumluluğu yazar olarak üzerime alıyor ve düşüncelerimi iyi ifade edememiş olabileceğimi kabul ediyorum. Ancak yazıya yeniden bakılırsa söz konusu noktalardan bahsedildiği görülecektir.
İkinci itirazımı şöyle özetleyebilirim: Yazıda AKP’nin sınıfsal kimliğinin yanında kadroların formasyonunun önemine ve Türkiye’de düzen siyasetindeki kısırlığa dikkat çekmeye çalıştım. Zira, ideolojiler alanının analizi için okuyucumuzun işaret etmiş olduğu genel doğrunun bir çıkış noktasından ötesini bize sağlayabileceğini düşünmüyorum. Bu nedenle, tarihsel bir karşıtlığın günümüzde nasıl ve ne şekillerde ortaya çıktığı sorusu bana kalırsa meşru bir sorudur.
İdeolojiler alanı, temel-üstyapı diyalektiğinden hareket edilerek konumlandırılabilir, ancak sadece bu noktadan hareketle tarif ve analiz edilemez. İdeolojiler alanı, sınıfsal aidiyeti olan bireylerin toplumsal pratiğinin çıktısı olan görüşler ve düşünceler, toplumsal sınıfların kolektif pozisyonları nedeniyle ortaya çıkardıkları görüşler ve düşünceler, devlet ve toplum üzerine değerlendirmeler yapan kolektif öznelerin görüş ve düşüncelerinden oluşan kompleks bir alandır. Bu alanda egemen ideolojiler, mülkiyet ve üretim ilişkilerinin doğrudan yansıması olarak değil, sınıfların birikmiş deneyimlerinden, etkili toplumsal ve siyasal özneler tarafından geliştirilen sistematik görüşler ile resmi ideolojinin eklemlenmesinden oluşur. (Daha detaylı değerlendirmeler için Metin Çulhaoğlu’nun İdeolojiler Alanı ve Türkiye Örneği çalışmasına bakılabilir.) Benim kanaatim odur ki, bu bağlamda Türkiye’de hem egemen ideolojinin oluşmasında hem toplumsal yapının şekillenmesinde hem de siyasi kadroların formasyonunda Soğuk Savaş dönemindeki antikomünist yığınağın büyük ve kalıcı etkisi vardır.
Dolayısıyla benim aslında yanıtını vermeye çalıştığım soru komünizm ile kapitalizm arasındaki tarihsel karşıtlığın olup olmadığı değil, bu karşıtlığın siyasal alana nasıl projekte edildiği ve neden bu şekilde ortaya çıktığı sorularıdır. Daha açık söyleyecek olursam, Erdoğan’ın antikomünist olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Ancak Erdoğan’ın toplumu hâlâ antikomünizm ile yola getirmeye çalışması izaha muhtaçtır. Devletin yahut hükümetin bir sol yükselişe karşı çeşitli tedbirler alması doğalken, referandum sürecinde Erdoğan’ın heceleyerek Türkiye Ko-mü-nist Partisi’ni “şer cephesinin” asli unsurları arasında sayması üzerine düşünülmelidir. Kendi adıma bunun tek izahının komünizmin bir siyasal akım olarak gölgesinin kendisinden büyük olması biçiminde sunulmasını gerçekçi bulmuyorum. Kaldı ki, komünistlerin toplumsal algıda bu çıkışların nereye oturduğu üzerine kafa yormasından zarar gelmeyeceği kanaatindeyim.
Sol tepki yahut merkezkaç etki üzerine de düşünmek son derece önemlidir. Bu noktada Tekel Direnişi üzerine kafa yorarken henüz üzerinden bir sene geçmiş olan bu görkemli direnişin ‘çok gerilerde’ kalması, bu direnişin o günkü etkisi ile bugün toplumsal hafızada tuttuğu yer ve siyasete etkisindeki açı üzerine nostaljiye hapsolmadan düşünmek gerekir.
Yakından takip ettiğimi düşündüğüm ABD örneğinin ise okuyucumuzun argümanından çok yazıdaki argümanı desteklediğini düşünüyorum. ABD toplumunun ortalaması, özellikle Cumhuriyetçi Parti’nin hitap kitlesinin güncel siyaseti okurken hemen hemen tüm referansları Soğuk Savaş argümanlarıdır. ABD’de John McCain’in seçim kampanyasında, ardından Obama’nın okuyucumuzun tabiri ile “sözde Keynesçi” iktisadi politikalarının eleştirisinde ve bugün Çay Partisi’nde cisimleşen muhafazakar-Cumhuriyetçi tepki, Soğuk Savaş döneminde yaratılan düşman algısı ve siyasette korku ve paranoyanın tuttuğu yer ile yakından alakalıdır. Daha doğrusu bunların sonucudur. Cumhuriyetçi popülizmin antikomünizmi temel argümanlarından biri yapması, yorumda bahsedilen tarihsel karşıtlığın siyasete direk yansıması ile doğrudan âlâkalı değildir. ABD toplumunun ve siyasetinin Soğuk Savaş döneminde şekillenmesi ve bu mirasın sürekli yeniden üretilmesi ile ilişkilidir. Bu nedenle, Çay Partisi’nin Obama karşıtı afişlerini Kiril harfleri ve Sovyetik sembollerle ile hazırlaması, yani bu siyasal hareketin anti-Sovyet biçimde tezahürü tesadüf değildir.
Meramımı daha iyi anlatabilmiş olmak umuduyla yorumlar için yeniden teşekkür ediyorum.
G.M.

(SolHaber 11.05.2011)

Galip MUNZAM | Tüm Yazıları
Hits: 1879