Bağımsız Yargı

~ 03.02.2011, Av. Ayhan ERDOĞAN ~

Anayasa değişikliğinin yaratacağı sonuçları görebilmek için bu günleri yaşamak zorunda kalanlar, kendi halindeki insanlar yazımın dışındadır. Bazı insanlar deneme yanılma yöntemiyle öğrenir. Ancak, bu kadar kör gözüm parmağıma diyen bir anayasa değişikliğinin yaratacağı sonucu görememiş olmak hukuk alemi ve ‘aydın’ kesimi için kabul edilebilinir bir durum değildir.

Liberaller ve ‘yetmez ama evet’çiler bile yüksek yargıyla ilgili değişikliğe ilişkin yasa önermesine kızmış görünüyor. Hatta bazı liberaller parmak hesabı yaparak iktidarın Yargıtay’ı ele geçirmeye yönelik bir operasyon yaptığını ileri sürmektedir.

Doğrudur, iktidarın yasa düzenlemesi Anayasa değişikliğini içeren ikinci 12 Eylül’ün yargıdaki son operasyondur. İkinci 12 Eylül Darbesi sonrasında HSYK’nu ele geçiren iktidarın yüksek yargıyı kontrolü dışında bırakması düşünülemezdi. Yasa teklifi doğrudan bu hususu içermektedir. Yargıtay ve Danıştay’da daire sayısını çoğaltarak üye sayısında yandaşlarının sayısal gücünü sağlamak birinci adımdır. Başkanlar Kurulunun seçiminde seçilme koşulu olan 4 yıl yüksek yargıda çalışma zorunluluğunun kaldırılmasıyla başkanlık kurulu ve dolayısıyla artık yüksek yargı elinizdedir.

Ancak iktidarı bu durumda kesmemektedir. Bu durum dahi dairelerdeki görev dağılımı nedeniyle muhalifleri barındıran davaların temyiz aşamasını kontrol edememesi halinin uzun bir süre devam edebilme ihtimalini içermektedir. O halde yapılması gereken Dairelerin görevlendirilmesinin yasayla olmasına ilişkin hükmünde kaldırmasıdır.

Bu durumda insanın aklına, polis içinde örgütlendiği söylenen F tipi polislerden oluşan fabrikatörler marifetiyle oluşturulan suçlamaları içeren bir soruşturma ile hazırlanmış olan fezlekenin iktidar yanlısı olduğu iddia edilen özel yetkili savcılar tarafından iddianame haline getirilmesi ve yine sanık savunmalarında ve haberlerde yazılıp çizilen ve benzer ithamlarla suçlanan hakimlerin görev yaptığı ‘özel yetkili’ mahkemelerinde hükme dönüşmesi durumunda umudu yüksek yargı olanlar açısından bu umudunda kapısının kapanması anlamına gelen bir düzenleme olduğu gelmektedir.

Yerel/Karar Mahkemelerinin kararlarının üzerinde hakimiyet kurmayı hedefleyen bu müdahalenin iktidarın ileri sürdüğü gibi iş yükünü azaltmayla ilgisi bulunmamaktadır. Dosya başına 3 dakika ayırdığını istatistiklerle açıklayan Yargıtay’ın iş yükünün azalması bu yolla dosya başına 4 ya da 5 dakika ayırması anlamın gelecektir. Dolayısıyla bu yol iş yükünü azaltıp yargılama faaliyetini hızlandırmaz. Bu yol iktidarın ülkedeki polis ve hukuk kurumlarına tümden hakimiyetini sağlamaya yönelik girişiminin son halkası olduğu iddialarını doğrulamaktan başkaca bir anlam taşımamaktadır.

İroni
Bu ülkede ironiyi izah etmek kadar kolay hadise çokluğu sanırım başkaca ülkelerde yoktur. Örneğin ‘Vajina Monologları’ adlı tiyatro oyunu, adının müstehcenliğinden dolayı hatırladığım kadarıyla Egede bir ilçede ‘kaymakam’ tarafından yasaklanmıştı.

Hukuk tartışmalarında da Anayasaya aykırı bir yasayla Anayasa Mahkemesi’ne atanan ve atanmasına ilişkin yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptaline karşın üye olarak görev yapmaya devam edip şimdi Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak görev yapan Haşim Kılıç’ın yüksek yargıyı ‘hukuk’ adına eleştirmesi sanırım toplumsal sonuçları bakımından daha önemli bir ironidir.

Bu açıklamaları hukukçu olmayışı hukuka aykırı yolla atanması nedeniyle hukuk bilgisinin eksikliğine verilip geçilebilinir. Ancak önüne gelebilecek bir yasa hakkında konuşmaması hususunu öğrenmemiş olması da düşünülemez. O zaman bu heyecanının kaynağını sanırım son kaleyi (!)de ele geçirme sabırsızlığıdır diye düşünüyorum.

Yüksek yargının bugüne kadarki tutumunu da gözardı etmemek gerekir
İktidarın devlet kurumlarını doğrudan kendi siyasetinin uzantısı haline getirme çabası hakkında eleştiriye devam ederken bir paragraf açıp dönüştürülen bu kurumların durumunu da göz ardı etmemek gerekmektedir. Zira bu güne kadar genel olarak başta HSYK olmak üzere yüksek yargının özgürlükçü bir tutum içinde olduğuna tanık olmadık. Özellikle bazı ceza daireleri ‘siyasal infaz’ yapar gibi hukuki olmayan ve dosya oluşumuna ve olaya uygun olmayan kararlarla dosya onadığını biliyoruz. Bu konuda itirazı olana kendi dosyalarımdan da örnekler gösterebilirim. Kaldı ki, birçok meslektaşım sayısız kılacak örnekler sunar.

Son Hizbullah kararı bile sorun içermektedir. Hükümlü Hizbullahçıları tutuklu olarak tahliye etmelerini bir kenara bırakıyorum. Ancak, özel yetkili mahkemelerdeki tutukluluk süresinin 10 yıl olarak değerlendirilmesi bile bu aşamada iktidarın tasfiyesine meşruiyet sağlamıştır. Tutukluluğu sınırlayan bir yasa maddesini adeta cezaya çeviren bir anlayışın önerme ve eleştirileri de kamuoyunda itibar kaybı nedeniyle önemini yitirmiştir.

Biz ‘zenciler’ açısından değişen bir durum yoktur. Çekişen iki grubun karşılarına solcu Türk, Kürt, feminist, emek, sendika, sömürüye hayır, harçlara hayır, üniversiteler özgür ve özerk olacak ya da benzeri özgürlükleri talep edenler geldiklerinde süratle ittifak yaptıklarını bilmekteyiz. Biz mazide de atide de akıbeti aynı olan sömürüye son diyen ezilenler ve onlara destek veren topluluğunun mensubuyuz. Yapılan değişiklikleri eleştirmemiz mevcuttan memnun olduğumuz anlamına gelmemektedir. Bizim şikayetimiz mevcudun demokratikleşmesi gerekirken daha da ceberutlaşma eğilimidir.

Yetmez ama evet
Referandum ile ‘Kuvvetler Ayrılığı’ ilkesinden ‘Anglo-Sakson’ hukukuna dönüşmenin yargıdaki etkisini göz önüne aldığımızda iktidarın yüksek yargıyı da yürütmeye bağlama isteğini normal karşılamak gerekmektedir. Bu evrilmenin sonuçlarının başında bağımsız yargı kavramına referandumla veda edildiği gelmektedir. Hikmetinden sual olunmayan eski bir Adalet Bakanımız bu teklifle ilgili olarak, düzenlemenin ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesine ters olduğunu söylemektedir. Sanırım eski bakanın kast ettiği ‘kuvvetler ayrılığı’ sınıflardan ari bürokratik kurumların varlığıdır. Ancak Fransız devriminde vücut bulan ‘Kuvvetler Ayrılığı’nda kendine yer bulan ‘yargı bağımsız’lığı, sınıflar arasındaki mücadelede oluşan denge sonrasında üretilmiş sınıflar dışı bir kuvvettir. Sosyal bir sınıfa dayanmayıp sınıflar arasındaki dengenin ürünü olan bu kuvvetin bizdeki hali bürokratik bir etki alanı yaratmış güç olmaktan ibaretti. Sınıflar arası mücadele eksikliğinin zorunlu soncuydu bu durum.

Ancak, bürokraside oluşan bu hal bile görece olarak iktidarlardan bağımsız bir durum yaratmış ve zaman zaman iktidarlarla çatışabilmiştir. 12 Eylül Faşist darbesi ile işçi sınıfı ve sol örgütlenmelerin atomize edilmesi toplumdaki sınıflar arası güç çatışmasını ortadan kaldırması sonucunda, yargıyı tümden iktidara hizmet eden ancak kendine bürokratik bir alan açarak kast oluşturan toplumsal duruma neden olmuştu.

Bu durumu yoğun sınıf mücadelesi ve sol bir güçle sınıflar arası farkı dengeleyerek yargıyı bürokratik durumdan kuvvetler ayrılığındaki varlık sebebine döndürmek mümkün olmadı. Ancak mevcudun tasfiyesi için çaba sarf edenler ve ‘yetmez ama evet’ diyenlerin bu günkü halden şikayet etme hakkı bulunmamaktadır.

Şeklide olsa ‘Kuvvetler Ayrılığı’ sisteminden ‘Anglo-Sakson’ sistemine geçişin sonuçlarından biri de yargı bağımsızlığının olmayışıdır. Artık cemaat hukukunun egemen olacağı, hukukun tarihsel çıkışında var olan tahkim kurumunu güçlendirmek ve kullanılır haline getirmek yerine arabuluculuğun ortaya atılması da bundandır. ‘Anglo-Sakson’ hukukun beşiği İngiltere’de ‘Şeriat Mahkemeleri’nin varlığı meselesini şimdilik hatırlatmakla yetinmeliyiz.

Hal buysa hukukun tarihsel ve evrensel anlamını içeren, ezilenlerin güvenliğinin ezenlere karşı korunabildiği bir hukukun varlığı gerekmektedir. Bu hukuk nasıl olmalı ve bu hukukun hayata geçirilmesi için ne yapmalı sorularının cevabını bulmalıyız.

(SolHaber 03.02.2011)

Av. Ayhan ERDOĞAN | Tüm Yazıları
Hits: 2051