Diktatoryaya iki adım kala

~ 28.04.2014, Fatih YAŞLI ~

27 Mayıs Anayasası, Menderes döneminin “odunu aday koysam vekil seçtiririm” diyen “çoğunlukçu istibdadı”ndan çıkarılan derslerle hazırlandı.

Anayasaya ruhunu veren, gücün devlet içerisinde tekelleşmesini engelleyecek önlemlerdi; böylelikle tek parti ve tek adam rejimlerinin önüne geçilmesi hedefleniyordu.

İktidara gelen parti “kanun benim, istediğim kanunu yaparım” demesin diye Anayasa Mahkemesi kuruldu, “milli irade” saçmalığının arkasına sığınılıp çoğunlukçu sulta kurulmasın diye ikinci Meclis, yani Senato açıldı, TRT’nin, üniversitelerin özerkliği, yargının bağımsızlığı anayasal garanti altına alındı.

Yetinilmedi; her seçimde DP’ye aldığı oy oranının çok çok üzerinde milletvekili kazandıran “dar bölge sistemi” bırakıldı ve en demokratik seçim sistemlerinden biri olan “nispi temsil” sistemine geçildi.

Bu sistem sayesinde örneğin -bir daha asla gerçekleşmeyecek bir şekilde- 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’e 15 sosyalist milletvekili sokması mümkün olabildi.

1960’lar ve 70’ler Türkiye’si, işçilerin, öğrencilerin, köylülerin ve tüm ezilenlerin yüzünü sola döndüğü, Yalçın Küçük’ün ifadesiyle “ağaçların bile sola doğru eğildiği” yıllardı.

Sol rüzgârı kesmeyi önüne bir hedef olarak koyan devlet aklı, 60’ların sonundan itibaren 27 Mayıs Anayasası'nın Türkiye’ye bol geldiğini düşünmeye başladı.

Sola karşı alınan tedbirler arasında Anayasanın sağladığı temel hak ve özgürlükleri kısıtlamak da vardı, bu yüzden Anayasa hedef alındı.

10 yıl içerisinde sola karşı iki askeri darbe gerçekleştirildi. 12 Mart darbesinden sonra 27 Anayasası’nda kısmi değişikliklere gidilirken, 12 Eylül darbesiyle Anayasa bütünüyle yürürlükten kaldırıldı.

Sola karşı uzun vadeli bir proje olarak görebileceğimiz 12 Eylül darbesi, Meclis’in kapılarını sadece merkez partilere açık tutmak, sosyalistlerin (ve elbette ki Kürtlerin) temsil edildiği “marjinal” partileri Meclis’e sokmamak adına seçim barajını getirdi, üstelik barajı % 10 olarak belirledi.

Baraj, sosyalist partilere Meclis kapılarını kapatma açısından işe yaradıysa da, Kürt hareketi 90’lardan itibaren, bağımsız adaylarla adeta tünel kazarak Meclis’e girmeyi başardı.

Her fırsatta darbelerle hesaplaştığını dile getiren AKP iktidarı, yıllar boyunca, 12 Eylül darbesinin ruhunu en iyi yansıtan seçim barajı uygulamasına dair tüm eleştirilere kulaklarını tıkadı. “İstikrar” adına barajı savundu.

Peki ne zamana kadar?

30 Mart seçimlerinde oylarında bir miktar düşüş olduğunu, yani alabileceği oyun sınırlarına geldiğini ve bu oy oranıyla kafasındaki projeleri hayata geçirecek kadar milletvekili çıkaramayacağını anladığı zamana kadar.

Şimdi “barajı kaldıralım diyordunuz, hodri meydan o halde” diyerek seçim sistemini değiştirmeye hazırlanıyorlar.

Barajı güya kaldıracaklar ama getirecekleri dar bölge öyle bir sistem ki, baraj görünmez hale gelirken aslında daha da yükselmiş olacak; yani resmen yok görünürken, fiilen ise daha güçlü bir şekilde varlığını devam ettirecek.

Bu sistem sayesinde, AKP bugünkü oyunun altına düşse bile, çıkaracağı milletvekili sayısı artacak. Gece gündüz “milli irade” diye kutsanan “çoğunlukçu istibdad”ın yasal zemini tesis edilecek, “sandıklı diktatörlük” resmiyet kazanacak.

Cumhurbaşkanlığının fiilen devlet başkanlığına dönüştürülmesi arzusu ve seçime dar bölge sistemiyle gidiş, diktatoryal bir rejim inşasının son aşamaları olarak karşımızda duruyor.

Bu inşa sürecini görmezden gelen ve öncelikli gündemi bu gidişatı durdurmak olmayan her siyasi özne, diktatoryanın vebalini omuzlarında taşıyacak ve tarih önünde hesap verecek.

Fatih YAŞLI | Tüm Yazıları
Hits: 1457