KİTAP YAKAN ADALET, ADALETİ YAKMAZ MI?

~ 09.04.2011, Av. Ali Musa SARIÇİMEN ~

Dokunan Yanıyor.


Yayımlanacağı söylenen “İmamın Ordusu” adlı kitabın yazarı Ahmet Şık gözaltına alınırken elini havaya kaldırarak “Dokunan Yanıyor” diye haykırıyordu.

Kim kimi neden yakıyor?

Doğrusu onca “pislik” içinde buna uygun söz bulmak gerçekten güç. Biz herkesin anlayacağı sadelikle yol almaya çalışalım. Görünen o ki, Ahmet Şık “İmamın Ordusu” kitabıyla “İmam”a dalıyor. Hem de öyle böyle değil, kafa, göz resmen balıklama… Tabi, İmamın adamları da boş durmuyor, Ahmet’e balıklama dalıyorlar.

Onun için Ahmet “Dokundum Yaktılar” diyor.

Dokunan Yanıyor.

Ahmet dediğime bakıp, benim Ahmet’i tanıdığımı, dost olduğumu falan sanmayın sakın… Gerçekten sanıp da beni de yakmayın… Ne Ahmet beni tanır, ne de ben onu, bizimki lafın gelişi… Hani çocuğu yaktılar ya “ah zavallım, vah yavrum” vaziyetleri…

Bilirsiniz insanoğlu meraklıdır. Başına ne gelmişse o meraktan gelmiştir. Küçük çocuğa anası “sobaya dokunma yanarsın” der ama çocuk tınlamaz anasını, illaki dener, dokunur… Bizimki de o misal “acaba dokunsam yanar mıyım?”

Dokunan Yanıyor. Hem de nasıl…

Yaratmakta yokuz ama iş yakmaya, yok etmeye gelince gerçekten usta sayılırız.

Orman yakarız, köy yakarız, kitap yakarız yetmedi insan yakarız… Yabancısı değiliz, elimiz alışıktır bu işlere…

Çocukluğumdayım, hani kitapların yakıldığı devirde… Bizimkiler sabahın köründe ayaktalar, pek de ürkek, telaşlılar… Harıl harıl kitap topluyorlar, çuvallara dolduruyorlar. Nedenini çok geçmeden anlıyorum. Meğer darbe olmuş memlekette, yakacaklar…

Bizimkiler, çuvallara doldurdukları kitapları ilkin bir yerlere saklamayı, gömmeyi düşünüyorlar ama çok geçmeden karar kılıyorlar, “kökten” hallediyorlar, yakacaklar…

Benimki de çocukluk işte, “yazık değil mi o kitaplara” diyorum kendimce. Gerçi “bana göre” kitap yok aralarında, hepsi “büyükler” için ama gene de o çocuk aklımla “yazık” deyip bir kaçını alıp saklıyorum. Kim bilir, belki büyüdüğümde okumak için, belki de büyüklerimden gördüğüm gibi yakmak için saklıyorumdur…

O vakitler henüz elektrik, televizyon yok köyde, o yüzden pilli radyo dinliyoruz. Sabah 10'da “Arkası Yarın”, akşam 18'de “Çocuk Bahçesi” var radyoda. Bunları hiç kaçırmadan dinliyorum. Çocuk Bahçesi tam bana göre, bir yandan dinliyor, bir yandan piyese uygun hayaller kuruyorum. O zamanki hayallerim o kadar sahici ki, sanki yaşıyorum, görmediğim denizlere, okyanuslara dalıyor çıkıyor, kıtalar arası cirit atıyorum. Günlerden bir gün, gene oturmuşum radyonun başına, her zamanki gibi “Çocuk Bahçesi”ni dinliyorum. Derken piyes bitiyor, bir ses duyuluyor. ''Bu soruyu doğru bilirseniz, size kitap armağan edeceğiz, posta kodu... Ankara'' diyor. Tesadüf bu ya, sorunun yanıtını ben “bile” biliyorum. Okul defterinden bir yaprak koparıyorum, zarfı nasıl olsa bulurum, diyorum… Aradan çok geçmiyor, birkaç gün sonra görece koca bir paket içinde kitaplar geliyor. Üstünde TRT-Ankara yazıyor. Benim bildiğim bir tek kitap göndereceklerdi ama zannımca köy çocuğu deyip, beş-on kitap birden göndermişler…

İşte benim ilk kitaplarımdı bunlar… Her birini defalarca okuyorum, satır satır ezberimde ama gene de okuyorum… Çünkü “bana göre” kitaplar bunlar… Onları gözümden bile sakınıyorum.

Toplamışlar, karar kılmışlar, çuvaldaki kitaplar kesinlikle yakılacak, peki ya benimkiler? “Ölürüm de vermem” diyorum. Meğer onca korkum boşunaymış, benimkiler yakılacak kadar, kıymetli değilmiş… Ancak ne yazık ki, çaktırmadan alıp, beceriksizce sakladıklarım çok geçmeden bulunuyor ve yakılacaklar arasında yerini alıyor…
Çocuk aklımla, “nasıl oluyor da yakılacak kitabı pat diye anlıyor, tanıyor bunlar” diyorum. Kalın ve kırmızı kaplıların ve de yabancı kitapların hiç ama hiç şansı yoktu… Daha doğrusu, sanırım kitap tek başına suçtu, suçluydu… Okuma yazma bilmeyen annem bile kitaba şöyle bir bakıyor ve “pat” diye anlıyordu, “Mafya İşi” der gibi, bu “Rus İşi” diyordu…
Evet, bütün dünya o kitapları, Ehrenburgları, Tolstoyları, Gorkileri, Çehovları, Çernişevskileri, Balzacları, Dostoyevskileri, Zolaları, Gogolları, Londonları, Puşkinleri, Şolohovları, Hugoları okuyordu, biz ise onları çatır çatır yakıyorduk…

O gün değil ama daha sonra bir şeyi daha anlayacak, bir şeye daha tanıklık edecektim. Kitap yakanların, aynı zamanda insan yaktıklarını da görecektim…

Şimdilerde bırakın okumayı, dokunan yanıyor… Henüz piyasa yüzü görmemiş kitabın yazarı bas bas bağırıyor, “Dokunan Yanıyor”… Öyle değil mi? dijital çağdayız ya meselenin köküne iniyoruz, istisnasız herkesi dinliyoruz ve böylece yılanın başını küçükken eziyoruz…

Aman dokunmayın yanarsınız…

Bu memlekette kaç hâkim, kaç savcı vardır dersiniz? Yoksa hukuk devleti mi dediniz?

Hani siz değil miydiniz “Meriç kıyılarında kaybolan sabanın, Bingöl Dağları'nın ıssız kuytularında bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından” mesul olan?

Yoksa siz de mi dokunup yanmaktan korkuyorsunuz?

Kitapları yakan adalet, adaleti yakar mı? Bu ülkede sahiden kaç hâkim, kaç savcı vardır dersiniz?
Av. Ali Musa SARIÇİMEN | Tüm Yazıları
Hits: 2758