Balbay ve Yeni İktidarın Çöküşü

~ 18.12.2013, Faruk ÖZSU ~

Türkiye’nin son yüzyıllık siyasi tarihi aynı zamanda bir siyasal yargılamalar tarihidir. Hürriyet ve İtilaf ile İttihatçılar ve bugünkü uzantıları sürekli birbirlerini tüketirken, yargı en kullanışlı silahları olageldi. Bu nedenle de Türkiye’nin son yüzyıllık siyasal ve yargısal tecrübesi, genel ve yaygın bir meşruiyete sahip olmayan “müsamereler”de yargılananlarla yargılayanların sürekli yer değiştirdiği bir kısır döngüden ibaret olmuştur.

Bugün de aynı geleneğe yeni bir fasikül daha eklemiş bulunuyoruz. Bugün, geleneksel iktidarın son halkası olan AKP/Cemaat iktidarı yavaş yavaş geçmişin tatsız hatıralarına eklenirken, en işlevsel araçları olan yargı dahil tüm varlık ve eylemleri bir enkaza dönüşmektedir.

AYM’nin açık ve net biçimde “tahliye edilmeli!” diyen Mustafa Balbay kararı, mevcut yargının oluşmasında ve icraatlarında baş aktör olan HSYK 1. Daire başkanı İbrahim Okur’un (“Tahliye olmazsa ihlal sürer”) çıkışı ve bugüne kadar kör göze parmak derecesinde yaşanan onca haksızlığa ya destek çıkmış ya da kör ve sağır kalmış olan onca siyaset erbabı ve entelektüelin bir anda Balbay’ın uğradığı haksızlığı keşfetmeleri, depreşen adalet duygusundan değil, yaklaşan yıkımın enkazından kaçma çabasındandır.

Peki ne oldu da bu güne kadar kan dondurucu bir umarsızlık ve kayıtsızlıkla ilerleyen son 6 yılın sonunda, bir anda hukuk ve adalet ilkeleri hatırlanıverdi? Ergenekon ve Balyoz’dan KCK’ya, oradan OdaTV ve Şike davasına, son 6 yılın tüm politik davalarında “hukukun askıya alındığı” bizzat en ateşli savunucuları tarafından bile kabul edilirken Anayasa Mahkemesinin kıdemli yargıçları ile, bu davalarda muhalefet şerhi koyan tüm yargıçları birer birer gönderen HSYK’nın en tepedeki ismi yaşanan hukuksuzlukları bilmiyor ve görmüyor olamazdı değil mi?

Referandum ve Yargıdaki Değişim

Kafkaesk bir davanın sanığı olarak tutulan Balbay’ın -dile kolay, ama Yıldıray Oğurgiller familyasını kesmeyen- 4 yıl 9 aylık esaretinin ardından gelen bu hoş sedaları hukuksal referanslarla, hele de adalet duygusuyla izah etmek mümkün değil elbette. Tüm süreç siyasal bir mücadelenin parçasıydı, sonucu da siyasal mücadelenin dengeleri belirledi. O halde gelin bugün bu aşamaya gelmemize neden olan süreci kısaca hatırlayalım.

Türkiye’de 2010 referandumunun ardından büyük bir iktidar değişikliği yaşandı. Ancak değişim, hem siyasal alanda hem de yargıda fail değişikliğinden ibaret oldu. AKP ve Cemaat iktidarı, geleneksel iktidarı tüm kurum ve gelenekleriyle sahiplenirken yargıda da “eski yargı” denen yapı ve geleneğin tamamına yakın oranda sorumlusu olan bakanlık bürokratları, bir hokus-pokusla yargıyı demokratikleştirecek “kahramanlar” olarak sahne almayı başardılar. Yaşanan, Orhan Gazi Ertekin’in’in deyişiyle bir “Yeşil Gece” idi (Express Dergisi 121. Sayı: http://demokratyargibir.org/250/yesil-gece/)

Hükumetin -kendi tabirleriyle- “yargıdaki Kemalist vesayet”ten kurtulma heves ve umuduyla yargıyı teslim ettiği yapı Gülen Cemaati idi. Tabii, yargının ne kadar “Kemalist” (ve Moğultay’ın ünlü sözünün ne kadar doğru) olduğu Yargıtay ve Danıştay’ın dönüşüm hızından anlaşılmıştır sanıyorum.

Yargının ana karargahı ve yönetim katmanı yani HSYK, yüksek mahkemeler, başsavcılıklar, komisyon başkanlıkları, teftiş kurulu ve tabi ÖYM’ler kısa sürede Cemaat iradesiyle uyumlu davranacak biçimde şekillendirildi. Böylece hükumet “Kemalist vesayet”ten kurtulacağını umar ve sanarken çok daha sıkı örgülü, bütünlüklü ve hiyerarşik bir yapıyla, yani tam anlamıyla bir örgütle karşı karşıya kaldı. Öyle ki, bu gün yargı teşkilatında, devletin resmi dizilim ve hiyerarşisi dışında bambaşka bir ilişki ağı oluşmuştur. Kısacası hükumet (ve tabii tüm ülke) yağmurdan kaçarken doluya tutulmuş oldu.

“Vesayet” Bitmemiş miydi?

Yargıda yaşananlar doğrudan siyasal alanda etkisini göstermeye başladı. Bu aşamada Cemaat sahip olduğu bürokratik ve yargısal güce dayanarak iktidar pastasından daha büyük pay talep etti. (İroniye bakın ki, Silivri’de ve 28 Şubat davasında yargılanan “suç” da budur.) Cemaatin istek ve hedefi, siyasi iktidarların hükumet olmakla yetindikleri ve devlet ideolojisine karışmadıkları geleneksel iktidar yapısındaki ideoloji belirleyen “gerçek iktidar” konumu idi. Yani -kendi analiz ve tabirleriyle konuşursak- “vesayet”in yeni sahibi olmak istedi. Cemaatin 7 Şubat 2012′deki darbe girişimi işte böyle bir aşamada gerçekleşti. (Gerisi, bugün “Penguen medyasında” -bile- yazılıp çizilebilir hale geldi artık, oradan da izlenebilir.)

Lakin bu gün yaşanan dünden farklı ve sadece bugünkü iktidarın krizi olarak görmek hatalı. 7 Şubat’ta zirve yapan bu kriz, iktidarın bu iki hizbinin geleneksel iktidarı kendi bedenlerinde tekelleştirme çabasıydı. Ancak bir süre sonra iki taraf da bir eşikte iflası gördü ve birlikte çukura yuvarlandıklarını anladılar. O eşiğin adı Gezi direnişidir. Geziciler (ve tabii Kürt siyasal hareketi) bu iki hizbe, siyasal alanın gasbının mümkün olmadığını ve siyaseti, devlet koridorlarındaki “kapıp da kaçmalar”dan ibaret gören apolitik ve bürokratik kasaba politikasının geçmişte kaldığını öğretti.

Ezcümle bugünkü kriz 2010′da ele geçirilen iktidarı tekeline alma ve tahkim amaçlı bir kavga değil, öncelikle ayakta kalma ve ardından “yeni bir iktidar” kurma çabasıdır. İki tarafı da enkaza çevirecek olan 2010′da kurdukları iktidarın kaybıdır. Bugün, her güncel siyasal sorunda kişi ve kurumların bu iki yapıdan hangisine yakın olduklarını (Erdoğancı mı, Cemaatten mi?) tartışmak da bu nedenle açıklayıcı değil artık.

Meşruiyetin yitimi

Bu sözlerden sonra şu tespitleri yapabiliriz: İlk olarak; Türkiye’de bir yargı yoktur. Yargı denen mekanizma iktidar kavgasının bir aracıdır yalnızca. “Bağımsız yargı kararı” denen şey de, cari iktidarın siyasal tercih ve eyleminin ilam haline getirilmiş halidir. Bu yüzden yargı kararlarının ömrü, iktidarın siyasal ömrüyle doğru orantılıdır ve aynı anda “meşruiyetlerini” kaybederler.

İkincisi; Türkiye’de siyasal alanda müstakil ve özerk bir “ahlak” anlayışı gelişmemiştir… İktidarı elinde tutan hem “gerçeği” bilir, hem de “doğru ve haklı” olandır. Suçu ve suçluyu da o söyler. Bunun doğal sonucu ise şudur: İktidar, gücünü kaybetmeye başladığı anda, “doğru ve haklı” olma imtiyazını da yitirmeye başlar. Güç kaybı nihayete erdiğinde de, kendisini gayrimeşruluk çemberinin ortasında bulur. Tüm eylem ve varlığıyla bir “suç” sayılması an meselesidir artık. Yani!? Yanisi şu: Balbay’ın tahliyesi, mevcut iktidar yapısında köklü bir değişikliğin işaretidir ve gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.

Ve son olarak bir de uyarı: Sistem, iflasını hissettiği anlarda hemen “sistem içi” onarım araçları devreye girer. Kriz anlarında sistem içi aktörlerin -Balbay’da olduğu gibi- demokratlık gösterisi yapması bundan. Kitleler ise bu tür bir gösteriyi -ne yazık ki- ciddiye alır ve her seferinde tuzağa düşer. Böylece sistem kendini yeni ve farklı bir maskeyle diriltme fırsatı bulur. Referandum öncesinde yargı sorununun asıl faillerinin, referandumun ardından sorunu çözecek kahramanlar olarak sunulmaları tam da böyle bir durumdur. Ve bu “kahramanlar” yargıyı ve ülkeyi bir kuyunun dibine itmiş ve hukuk, ahlak ve ilkelerin dibe vurmasına sebep olmuştur. Bugün mevcut yargı eliyle düştüğümüz bu kuyudan, itenlerin el vermesiyle kurtulmaya çalışmak bu nedenle trajik bir hatadır. Gerçek “kurtuluş” Gezi’nin işaret ettiği “yeni siyaset”in yoludur.

Faruk Özsu – Demokrat Yargı Başkan Yard.

http://demokratyargibir.org/259/balbay-ve-yeni-iktidarin-cokusu/

Faruk ÖZSU | Tüm Yazıları
Hits: 1465