Kargının İçindeki Rüzgar

~ 21.04.2010, Av. Sabri KUŞKONMAZ ~

Bir Karadeniz kentinde “Hişt” diye sesleniyor karanlık köşelere sinmiş kadınlar. Böyle beklenmedik anlarda, birden herşeyin en başına döndüğümüz duygusuna kapılıyorum.

Sait Faik’in “Hişt” adlı öyküsüne biraz burun kıvırdığımı anımsıyorum; yeni yetmelik zamanlarımızdı. Her okuduğumuz için, daha iyisini yazacağımızı düşündüğümüz çocukluk cesaretlerimiz zamanı… Yalınlığı basitlik sanarak “ben bile yazarım” demiştim.

Şimdi dönüp bakınca, nasıl da öncü bir öykülemeye sahip olduğunu görüyorum. Dileyen bu öyküye çevreci atıflarda bulunabilir. Dileyen meta-dile bir karşı önerme olarak önümüze koyabilir; pazara dahil olmayan bir insani dil anlamında. Doğası içinde.

İnsan sesi güzeldir. Çağıran, paylaşmak için, sunmak için. Nazım, “Ben ordan geçerken biri/ Amca dese gir içeri…” derken ne büyük bir insani hal ve hüzün/özlem karışımı sunar. İnsanı, insani bir amaçla insanı çağıran güzel sese özlem.

Sait Faik insan sesini duydu. Bu sesin, bu ülkede daha yitmediği bir zamanda; yitme koşullarını öngörerek. Bu, sanatçı/yazar öngörüsüdür. “Moda” olmadan doğayı anlamak da başka bir derinlik elbet.

Eski zamanlarda, kargılara çarpan rüzgarın sesini, kargıya üfleyerek çıkarmak istedi belki insanlar. Rüzgar, sazlıklara, kargılıklara daldığında, sayısız ıslık sessiyle bir koro oluşur. Sazlıkların dili konuşturulur bu nedenle Kral Lear’da.

İnsanlar, rüzgarga kargının yaptığını, doğayı taklit ederek, yani kargıya üfleyerek yeniden üretti belki. Kargının içinde hapsolanı, yine kargıya üfleyerek dışarı çıkartmak istedi. Rüzgarın kargıyla yaptığını, soluğuyla, kendi oluştuduğu doğada bir araya getirerek yeniden üretti. Bunların hepsi varsayım…

Sesi yendiğinde, önemli bir aşamaya, yaratım aşamasına geçti.

Karadeniz şehrinde, dar sokaklarda, karanlığın içinden duyduğum sesler ise, acı yüklü, kötücül bir sürecin sonucu… Bir yandan da, Sait Faik’i, kaygısını haklı çıkaran bir durum. İnsan ve doğanın barışıklığına ters, aykırı bir pazar.

Pek çok küçük burjuva gibi, giriştiğim “kenti tanımak” yolculuğunda birden karşıma çıkıveriyor insan pazarı. Eskilerde kalan bir Yılmaz Güney romantizmi ile gidip, bir bardak çay içsem, parasını ödeyip, nasıl düştüğünü konuşsam…  Düşler bitti, zaman değişti. Bu zaman, o zaman değil artık.

Yunan Mitolojisinde Marsyas’ın başına gelenler çok acıdır. Athena, flütü buldu; güzel çalıyordu. Ama çalarken yüzü çirkinleşiyordu. Flütü tutup attı. Onu bulan Marsyas usta bir flütçü oldu. Ustalığına fazla güvenip, lir çalan Apollon’a meydan okudu. Lir ve flüt yarıştı. Öykü uzun, ama özeti; Marsyas yenildi. Yenen, yenilene istediğini yapacaktı. Apollon flütçünün diri diri derisini yüzdü. Öyle kan aktı ki, akan kandan Marsyas nehri oluştu. Azra Erhat, Marsyas’ın Çine Çayı olduğunu anlatırken, kıvrıla kıvrıla akan suyun sesini Marsyas’ın flütünün sesi olarak tanımlar (Mitoloji Sözlüğü, Remzi Y.) Şimdi o ses de HES, yani santral oldu. Bu kez çayın derisi yüzüldü. Akan kandan oluşan çay, kendi suyunda boğuldu.

İnsan pazarında, insanın sesiyle “Hişt, hişt, gelsene” diyen kadınların derisi, Apollon tarafından değil, sıradan insanlar tarafından yeniden yeniden yüzülüyor. Akan kandan acı ve zulüm ırmakları oluşuyor.

İnsanoğlu kargının içindeki rüzgarı buldu. İnsanın içindeki güzel insan sesini, insani sesi ise ise henüz bulmuş değil. Ama değil mi o küçük kargıdaki güzel sesi buldu, değil mi ki kandan doğan ırmaklar da flüt sesini unutmadı, insanın içindeki ses için de umut var…

Av. Sabri KUŞKONMAZ | Tüm Yazıları
Hits: 7404