Hrant Dink'ten Trabzon Barosu'na Bir "Mesaj"

~ 23.09.2013, Hayri Yıldız ~

Yargıtay’ın bozma kararından sonra yeniden görüşülmeye başlanan Hrant Dink davasının ilk duruşması yapıldı. Ve bu duruşmadan, daha önce Trabzon Emniyeti’nce istihbarat kaynağı olarak kullanılan Erhan Tuncel hakkında yakalama kararı çıktı.

Mahkeme Başkanı ise, Dink ailesinin avukatlarının, davanın sadece “Dink’in öldürülmesiyle ilgili bölümüne” müdahil olabileceğini, Yargıtay’ın örgüt ile ilgili bozma kararına müdahil olamayacağını ifade etti.

***

Bu yönüyle elbette ki davanın teknik boyutu hukukçuların işi. Ama gidişata bakıldığında dava, tekrar eldeki üç beş Trabzonlu gencin etrafında dönüp duracağa benzer.

***

Ancak bu gibi davaların hiç tartışılmayan ve gündeme dahi getirilmeyen gizli dinamiklerine, yani “Bilinmezlik” yönüne ve “güvensizlik” kavramına bir açıklık getirmeden, olayı, birkaç gencin birlikte yaptığı basit bir eylem olarak görmek ne derece gerçekçi ve mantıklı.

Bu kavramları ise, içinde bulunduğumuz çağ, “bilim/bilgi”, “insan hakları” ve “hukuk” acısından ele alır. Ancak bu üç temel kavramları bir arada ele almak da aslında o kadar kolay bir iş değildir.

***

Karanlıktan, karanlık olduğu için değil, onun ardındaki “bilinmezlik” ile kendini emniyette hissedememe yani “güvensizlik” sebebiyle korkarız.

Bilim”, korkuların temelindeki “bilinmezliği”, “hukuk” ise korkuların temelindeki “güvensizliği” bulup ortaya çıkarır.

Yani hukukun da, bilimin de özünde, insanoğlundaki korkuları gidermek yatar. Ortak paydaları ise insanlığın ihtiyaçlarıdır.

Hukuk adaletle, bilim ise merakla gelişir ve ilerler.

Bu acıdan hiç kuşku yok ki; her düzen “hukuk ” değil, her enformasyon da “bilgi” değildir.

***

İlki yani “hukuk”, adaletle gelişip serpildiğine göre, “adalet” ne ile ya da nasıl elde edilir?

Bu soruyu da Belçika’lı hukukçu Chandal Mouffe cevaplıyor:

Adalet diye bir şey yoktur, adalet için mücadele etmek vardır” diyor ve ekliyor:

Bu durum demokrasi için de geçerlidir.”

Bu da demektir ki; adalet, ne bir ithal malıdır, başka ülkelerin hukuk sistemlerinden alıntılar yaparak kendi bünyene uydurma gayretleri ile gerçekleşebilir. Ne de bir başkasının mücadele ve kazanımlarından “nasıl olsa ben de istifade ederim” kurnazlığıyla gerçekleşebilir.

***

İkincisi yani “bilim”in gelişimi ise merakla ilişkilendirildiğine göre; “merak etme” bilinci nasıl filizlenir ve gelişir?

Bu soruya da Ünlü Matematikçi John Nash bir yorum getiriyor:

İyi matematik bilmeyen toplumlarda ADALET yoktur” diyor ve Türkiye’nin matematik öğrenme sıralamasında dünyada sondan ikinci olduğunu belirterek:

Böyle bir durumda çocukları hiç okula göndermemek, evde eğitmek bile daha iyi sonuçlar verebilir” diye bir önermede de bulunuyor.

***

Peki, hal böyleyken “buyurgan” sistemlerin “faşist” anayasalarından alıntı yapılarak kurgulanan bir “yargı sistemi” ile, birey olma ve hukuk bilincinden yoksun bir toplumda, kırsal kesimlerde veya kent varoşlarında bilimsel meraktan uzak, düşük düzeyde bir “milliyetçilik” hipnozuyla yetişen geçlerimizden, etnik kimliklerinden dolayı ötekileştirilen gazeteci ya da din görevlisi kişileri hedef tahtası haline getirmek suretiyle “masum katil” yaratan “iç sömürü oligarşisi”ni mi alaşağı edeceksin?

***

Seçilen mekan”ın özelliği neydi? “Trabzon Türklüğün kalesidir”

Seçilen Obje” neydi? “Hain Ermeni bir gazeteci” ya da aslında “misyoner olan Ortodoks bir rahip.”

Gerekçe” neydi? “Şu düşmanı görüyor musunuz? Kutsal devletimizin ‘sur’ları olan vatanseverliğimize, ırkımıza, Türklüğümüze saldırıyor, buna bir son vermek için ‘BİR ŞEYLER’ yapmak ve devletimizi, ulusal kültürümüzü, onurumuzu korumak lazım.”

***

Ve o “bir şeyler yapmak” görevi, 18 yaşını bile doldurmamış masum geçler kullanılarak gerçekleştiriliyor.

Bu dinamikleri ya da “bilinmezlikleri” bulup ortaya çıkaramayan siyasi aklın, toplumsal bilincin ya da “iç sömürü” mekanizmalarını oluşturan bürokratik kurumları henüz daha tamamıyla tasfiye edememiş devlet örgütünün “adalet”i sağlama veyahut toplumun “kendini emniyette hissedememe” duyguları ve korkularını giderme konusunda “karşı tezden” bir şeyler yapabilmesi beklenebilir mi?

***

On yıldır iktidarda olmasına rağmen Ak Parti, bürokraside halen zayıf. Özellikle de üst bürokrasiyi yönetemeyişine, “Hrant Dink” cinayeti oldukça ilginç bir örnek.

Bu cinayetin işlenişinde kullanılan bürokratik sistem kademeleri, şu anda doğal olarak Ak Parti’nin kamu hizmeti fonksiyonlarını gerçekleştirmek için kullandığı kadrolardır ki, bundan dolayı, bu cinayeti aydınlatma mekanizmaları işletilemez hale getiriliyor.

***

Bir zamanlar Gorbaçov tarafından lağvedilmesine rağmen, dünyanın başına bela olması yönüyle tortuları halen devam eden “Sovyetik Cumhuriyetler Birliği” adı altında “Polit Büro” tipi bir bürokrasiden daha katı bir yapıya sahip Türkiye Bürokrasisi ve “reform” geleneğinden gelmeyen bir toplumda kolayından tasfiye edilecek gibi değil ve bu yönüyle de dünyada pek eşi benzeri yok.

***

İçerik, taktik ve stratejik yönden Hrant Dink cinayetine benzer ilginç bir örnek “Uludere Katliamı”dır.

Başbakan’ın “Dersim özrü” çıkışına karşı, köşeye sıkışan muhalefet (muhalefetten kastım parlamenter yani CHP ve diğer iki parti muhalefeti değil), mevcut “bürokratik sistemi” kullanarak operasyonu gerçekleştirdi.

Amaç bu sefer Başbakanı köşeye sıkıştırmak ve kendi halkını katlettiği gerekçesiyle halkından “karşı özür”le, ardından da istifasını sağlamaktı.

Öyle ya, bombalanan kendi vatandaşın, bombalayan F-16’lar kendine bağlı bir kuruma, Genel Kurmay’a ait. İstihbaratı veren “MİT” ise bir müsteşarlık düzeyinde yine kendine bağlı bir kurum.

Al sana bir Dersim, hem de kendi elinle…”

Çık çıkabilirsen işin içinden ve izah et edebilirsen bunu topluma.

***

Bu öyle bir tuzak ki; elindeki gücü “doğru” düşman hedeflerine değil de, doğal yaşam işlevi bozuk hastalıklı kişinin ya da yapının eline geçtiği zaman, bir yaşamı/canı, hatta kendi canını öldürebilecek bir patlayıcıya dönüşen bir operasyon olduğunu nasıl izah edeceksin?

Kolay izah edemiyor ve kestiremiyorsunuz bu “güçlerin” kime ne zaman ve ne yapacağını, toplumun ilgisini kendine çekme yöntemlerini kullanarak istediği, dilediği gibi yönlendirmeyi bildiği için “öldürme” hilelerinin hazır olduğunu.

Ve bu olayı, parlamentodaki muhalefetin aracılığıyla (ki sadece bu tür işlerde kullanılıyor) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülüyor, ancak işkence merkezlerinde yapılan kazılarda çıkan insan kemiklerine hiç bakmıyorlar bile.

***

Bu tür yöntemlere başvuran “güç”ün bir zoru vardır mutlaka.

Öyle bir İslami Parti ki, sandıkta yenemiyorsun.

Öyle bir İslami Parti ki, artık darbe de yapamıyorsun.

Öyle bir İslami Parti ki, onu dincilikle de suçlayamıyorsun, ya da suçlasan da prim yapmıyor.

O halde sitem, tek “can simidi”olan, kurumsallaşmış oligarşik mekanizmalarını, yani “bürokratik sistemi” işletmekle gerçek muhalefet işlevini yerine getiriyor.

***

Ak Parti’yi, siyasi yapıya kısmen de olsa getirdiği “ahlaki” normlarıyla, kendi yaptığı hataları eleştirebiliyoruz. Bir tür “ahlaki kod.”

Ancak “iç sömürü” mantığını eleştirebilecek bir “kod” yok ki, mevcut sistem parametlerinin şifreleri çözülsün ve sağlıklı bir “eleştirel mantık” kendi doğal yapısına, demokratik bir zemine otursun.

Toplumun yüzde 95’inin bir “darbe anayasası”ına onay veriyor olması, o ülkede kolayından “bilinmezlik” ve “güvensizlik” korkularından arınıp, sağlıklı bir “eleştirel mantık” geliştirmesi kolayından başarılacak bir iş değil elbette.

***

Kendi şehrimizin Barosuna ise mesajımız şu:

Devlet, Hrant Dink’in “faili meçhuller kataloğu”ndaki sayfasını çevireceğini düşünerek rahatlayacaksa, Trabzon Barosu da bu tavrı alkışlayacak bir bildiri, bir açıklama mı yapacak?

Trabzon’un bu “töhmet” altında kalmasından hiç mi bir “hukuki sıkılma” ya da rahatsızlık duyma gibi bir refleksi neden yok Trabzon Barosu'nun.

***

Barolar, yasaların bir meslek kuruluşu olarak kendisine yüklediği görevlerinin yanında, toplumun hukuki sorunlarıyla ilgili görüş ve önerileriyle de hukuk sisteminin gelişmesine katkı sağlamak gibi bir işlevin yanında, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları adına uygulamada ortaya çıkan aksamalara karşı “sorumluluk” bilinciyle etkin bir biçimde mücadele vermek gibi, dolaylı da olsa bir yükümlülükleri var bilebildiğimiz kadarıyla.

Yoksa, dava vekillerinin sadece ücret tarifelerini hazırlamak mıdır baroların görevi.

***

Ama ne hazindir ki, Türkiye’nin hiçbir barosu, bu tür “bilinmezlik” sırlarıyla dolu cinayet ve katliamların neden, niçin ve nasıl oluştuklarına cevap teşkil edecek gerekçelerin tartışılmasına izin vermiyor.

***

Dink Ailesinin yasalarla sınırlanan “müdahil olma” engellerini, kendi statünüzü kullanarak aşamaz mısınız?

Ve Trabzon’u, garip ve eğitimsiz geçlerinden “masum katil” yaratılan bir şehir olma töhmetinden kurtarıp, “Doğu’nun La’Hey’i” olması gibi bir derdiniz yok mu?

***

İyi bilirsiniz ki, bir zamanlar Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olan demokrat kökenli J.F Kennedy, kendi gizli örgütü olan CIA tarafından öldürüldü.

Jim Garrison adlı bir hukukçu, tek başına “JFK Davası” diye anılan bir dava açtı “ABD derin devletine.”

Elbette davayı kaybedecekti, ancak verdiği “onur mücadelesi” tarihe geçti.

Hayri Yıldız | Tüm Yazıları
Hits: 2185