SİYASETTEN UZAK DURMAK

~ 19.07.2013, Av. Ali Musa SARIÇİMEN ~

Cumhuriyet rejimi, kuruluşu ile birlikte “imtiyazsız ve sınıfsız”, dolayısıyla “siyasetsiz” bir toplum öngörmüştü. Egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindi. Ancak “milli birlik ve beraberlik” için her türlü kötülüğün, fesadın, hainliğin, düşmanlığın anası olan siyasetten özellikle cahil halkın uzak durması şarttı. Ulus devletin inşası, halkı siyasetten uzak tutmak suretiyle sağlanacaktı...

Türk toplumunda, siyasetten uzak durmanın ne kadar yararlı olduğu yıllarca öyle bir anlatıldı ki, zamanla siyaset denilince akla ilk gelen şey, en hafifinden “pis-mundar” bir şey olduğuydu. Her kötülüğün anası, baş müsebbibi siyasetti. Siyaset olmasaydı bu ülkenin başına onca dert açılmayacak, onca felaket gelmeyecekti. Darbelerin, katliamların, gözaltında kayıpların, faili meçhullerin, ekonomik krizlerin, yoksulluğun, sömürünün, talanın, Kürt meselesinin, Ergenekon davasının, kısaca ülkenin felakete sürüklenmesinin biricik nedeni siyaset ve siyasetçilerdi. Tüm bu kötülüklerden uzak durmanın tek bir çaresi vardı, o da siyasetten uzak durmaktı...

Öğretim görevlisi dediğin, gider dersini verir, işini yapardı. Hakeza her öğrenci dersine çalışacak, yalnızca okuluna gidip gelecekti. Hâkim hâkimliğini, avukat avukatlığını, doktor doktorluğunu, mühendis mühendisliğini yapacaktı. İşçiler işine, patronlar gücüne bakacaktı. Velhasıl herkes kendi işine bakarsa, işini doğru dürüst yaparsa, özellikle siyasete bulaşmaz, siyasetten uzak durursa memlekette her şey yolunda gidecekti. Özetle “iyi çocukların” siyasetle işi olamazdı...

Siyaset kirli, pis bir işti. Temsili demokrasiyle birlikte bu pis iş, halktan alınıp, o “alçak” siyasetçilere havale edilmişti. Halk artık bu pis işten uzak duruyor, seçimden seçime sandığa giderek oyunu kullanıyor, “alçaklardan” birilerini seçiyor ve gerisine karışmıyordu. Böylece halk, siyasetle olan bağını koparmış, doğrudan yönetime katılma, söz söyleme ve denetim hakkını o “pis” siyasetçilere devretmişti. Nitekim bizim ülkede “siyaset” diye bir meslek vardı. Siyasetten geçinenler, siyasetten emekli olanlar doğal olarak işini, siyasetini yapıp geçimini sağlayacaklardı. Çünkü toplum siyasallaştıkça adeta “sapıtıyor” dolayısıyla demokrasi denen meret sürekli yara alıyor, raydan çıkıyordu... Rayından çıkan demokrasiye ister istemez belli periyotlarla ince ayarlar yapılmak durumunda kalınıyordu… Hatta bazen değil çoğunlukla ince ayar bile tutmuyor “kökten” bir temizlik gerekiyordu... O yüzden demokrasinin raydan çıkmaması için herkesin işine gücüne bakması, halkın siyasetten uzak durması gerekiyordu. Bu işin başkaca çıkar yolu yoktu...

Öyle değil miydi? Siyaset, anarşinin, toplumdaki kargaşanın tek kaynağıydı. Kardeşin kardeşe düşmanlığı, kardeşkanıydı... Katliamdı, kargaşaydı, yoksulluktu, sefaletti, ekonomik istikrarsızlıktı… Evet, kesinlikle anneler-babalar çocuklarına sahip çıkmalıydılar ve özellikle onları siyasetten uzak tutmalıydılar...

Bu ülke insanı yıllarca faşizmin bu temel düsturu ile uyutuldu. Siyasetten, dolayısıyla “bol gelen” demokrasiden ağzı yanan anne-babalar, kaçınılmaz olarak bu söyleme inandılar ve canla başla bu düstura sarıldılar. Temel çelişkiyi, toplumdaki adaletsizlikleri hiç sorgulamadan, gene tek suçlu olarak kendilerini ve “siyasete bulaşmış, yoldan çıkmış çocuklarını” gördüler. İşte zamanla bu anlayış toplumda öyle bir yer edindi ki artık siyasetle ilgilenmek “kötü yola” düşmekle eş görülür oldu. Siyasete bulaşmamak, siyasetten uzak durmak “ortak iyi”, “maharet” sayıldı...

Bugünün “aydın” tiplemesinin, okumuş, görmüş-geçirmiş, iyi, efendi, akıllı çocukluk yılları böyle başladı. Böylece siyasetten uzak duran bu “sevimli çocuklar” çoğaldıkça çoğaldı ve bunlar topluma “işte adam dediğin böyle olmalı” diye sunuldu. Artık siyasetle ilgilenmemek övünülecek bir durumdu. Bu nedenle “siyasetten uzak durmak” temel doğru kabul edildi. İnsanlar hiç düşünmeksizin “aramızdaki meseleleri çözebiliriz ama siyasetten uzak durmak şartıyla” demeye başladı. Böylece bu “sevimli aydınlar” “siyaset yapmaksızın”, “okur, yazar, konuşur” oldular... İş, ister istemez, kaçınılmaz olarak dönüp dolaşıp siyasete dayanınca “hop! Orada duralım” denildi. Bu anlayış toplumda artık öyle bir yerleşmiş, içselleşmişti ki insanlar siyasetin “S” sini duyunca refleks halinde tepki gösteriyorlardı. Bugünün “adam olmuş” geçmişin bu “sevimli çocuklarına” siyasetin ne olduğunu anlatmak artık imkânsızdı. Bu nedenle günümüzde “siyaset üstü palavraları” hala iyi prim yapıyor. Siyasetin girmediği “ter temiz yeşil alanlar” dizayn edilebiliyor. Askeri ve Yargısal alanlar “siyasetin dışında” belirlenebiliyor...

İnsan, düşünüyor olmanın bir sonucu olarak siyasi bir kişiliktir. Siyaset ise düşünüyor olmanın bizzat kendisi olmasa da, farkında olmak ve karşılaşılan sorunlara çözüm üretmek, geleceğini tasarlamak bağlamında düşünüyor olmanın bir sonucudur diyebiliriz. O halde “siyasetten uzak durmak” demek, “düşünmek ancak sorunlara çözüm önermemek” demek oluyor. 

Kabul edildiği üzere, kanun/yasa denilen şey esas itibarıyla kanun koyucu dediğimiz Meclisin iradesidir. Meclis ise siyasi partilerin, dolayısıyla çeşitli sosyal grupların, sınıf ve katmanların temsilcilerinin bir araya geldikleri, sataşmaların, kargaşanın merkezidir. Kanunlar bu siyasi arenada siyasi gücün/ güçlünün buyruğuyla hayat bulur. Bu demek oluyor ki özelde kanun ya da genelde hukuk, siyasetin bizzat ete kemiğe bürünmüş halidir. O halde siyasetin girmediği, aralamadığı kapı yoktur. Hâkim veya savcının elindeki her bir kanun metni “siyasetin ta kendisidir.”

Evet, hâkim ve savcılar kanun yapmazlar. Ancak onlar siyaseti, yani “siyasi gücün buyruğu” olan kanunları uygularlar. Demek oluyor ki, hukuk özünde siyasi gücün/ güçlünün buyruğudur. Özetle her kanun, siyasi bir tercihin, siyasi bir duruşun ürünüdür, eseridir. 

Ne yazık ki, şu basit gerçeği hala anlamakta güçlük çekiyoruz. Her bir tutum ve davranışımız aslında siyasi bir bakışımızı sergiler ve bizim dışımızda şu veya bu oranda dış dünyaya etki eder. Örneğin, Yargıya ilişkin her görüş, düşünce kaçınılmaz olarak siyasi bir önermedir. 

Esas olarak sorun, meselelerin siyasi olup olmadığı da değildir, meselelerin siyasi olması kaçınılmazdır. Buradaki esas sorun kişinin kendine ve çevresine yabancılaşması, kendini siyasetin dışına itmesidir. Evet, sorun kendilerini hala “peygamber postunda” gören, “demokrat” kimliğiyle ortaya atılıp bir yandan örgütsel mücadelenin, sendikal mücadelenin erdeminden dem vurup diğer yandan “içimizde siyaset istemiyoruz” diyerek siyaseti kötüleyen, “suçlu gösterip” yargılayan ve bir türlü bu algısal çemberin dışına çıkamayan ve hala gökyüzünde “siyasetten ırak” mekânlarda gezinen, yasayı kim yaparsa yapsın ben gene de işime bakarım diyen “dervişlerdedir”... Siyasetten arınmış bu “dervişler” Peygamber postundan biz kullarına sesleniyorlar ve kendilerine ilahi, kutsanmış, kudretli bir mekân tesis edilmesini istiyorlar...

Hâkim, ekonomik, sosyal ve siyasal varlığıyla her vatandaş gibi, bir birey, bir vatandaş, bir şahsiyet, toplumsal varlığıyla siyasi bir kişiliktir. Hâkimi, toplumsal varlığından kopararak onu sırf kürsüdeki varlığıyla, kişiliğiyle değerlendirmek onun “kişiliğinin içini boşaltmak”, toplumsal varlığını, şahsiyetini hiçe saymak, kısacası onu yok saymaktır. Hâkim de, her insan gibi şu veya bu şekilde “bir şeye” taraftır. Sağcıdır, solcudur, dindardır, dinsizdir, Kürt’tür, Türk’tür, Ermeni’dir vs... Evet, biz yargılama sırasında ondan sadece kürsüde “hakem” olmasını istemekteyiz, yoksa kimliksiz olmasını değil. Yargıcın aleni kimliği, siyasi kişiliği onu bizzat taraf yapmaz... Özetle salt bir tarafsızlık, eşyanın tabiatına aykırıdır ve böylesine bir “tarafsızlık” hiçbir zaman, hiçbir koşulda söz konusu değildir. Sonuç olarak hangi kavramlarla izah edilirse edilsin en basit haliyle yargıç, bir hakemdir. Yargıcın/hakemin bağımsızlığını, tarafsızlığını sağlayacak ve denetleyecek, bunu güvence altına alacak olan ise toplumdaki “örgütlü, siyasal güçlerin mücadelesiyle oluşacak güç dengesidir.” Toplumsal alanda bu güç dengesi sağlanmadıkça yasaların “iyiliği” veya hâkimin güçlü, ilahi kişiliği deyim yerindeyse peş para etmez.

Hakimleri-savcıları “siyaset üstü mekandan” (bu her neyse) indirip, onlara siyasetin, sivilleşmenin, örgütlenmenin önemini anlatıp iyi birer hukukçu olarak aramıza katılmalarını sağlamamız gerekmektedir. Birey olmanın erdemi, sivil yapılanmanın ruhu anlaşılmalı, siyaset üstü vs. söylemlerle egemenin değirmenine su taşıyan, ona hizmet eden yaklaşımlarla bu işin yürümeyeceği bilinmelidir. Kürsüdeki bağımsızlık, tarafsızlık “hakemlik” ile yaşamdaki siyasi, felsefi “kişilik” ,“duruş” bir bütünlük içinde ortaya konulmalıdır... Aksi halde tarih bir gün “siyaset üstü mekânlarda” gezinip, heba olup giden bu “dervişlerden” gülerek söz edecektir...


Av. Ali Musa SARIÇİMEN

Av. Ali Musa SARIÇİMEN | Tüm Yazıları
Hits: 2990