Anayasa Mahkemesi'nin Tutuklama Üst Sınırı ile İlgili Kararı Üzerine Düşünceler

~ 18.07.2013, Prof. Dr. Fazıl SAĞLAM ~

Anayasa kuralları ve özellikle anayasa şikâyeti kapsamındaki temel hak ve özgürlükler, yasama, yürütme ve yargı organlarını -herhangi bir yasal düzenlemeye gerek kalmaksızın- doğrudan bağlayan kurallardır. Erteleme, yalnızca yasama organının anayasaya uygun yeni bir düzenleme yapması içindir.

Prof. Dr. Fazıl SAĞLAM

Sosyal hukuk devletinin yılmaz ve bükülmez savunucusu değerli meslektaşım Alpaslan IŞIKLI’nın anısına...

Anayasa Mahkemesi, 04.07.2013 tarihinde verdiği bir kararda 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun 6352 sayılı kanunla değişik 10/5. maddesini iptal etmiş ve “iptal hükmünün kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine” karar vermiştir. İptal edilen kural metni şöyledir: “Türk Ceza Kanunu’nun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332’nci maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.”

Önce mahkemenin iptal hükmünü ertelemesinde hukuksal bir zorunluluk bulunmadığına işaret etmek gerekir. Çünkü iptal hükmünün yürürlüğe girmesinin ertelenmesi, genelde iptal nedeniyle bir hukuk boşluğunun oluşmasına bağlıdır. İptal kararının bir hukuk boşluğu doğurmadığı, iptal edilen kuralın içeriğinden bellidir: Bu kurala göre CMK’de öngörülen azami bir tutuklama süresi zaten mevcuttur. İptale konu olan madde bunun iki kat olarak uygulanmasını öngörmektedir. İptal kararının gerekçesi henüz yayımlanmadığından, tutuklama süresini iki katına çıkaran kuralın neden iptal edildiğini tam olarak bilemiyoruz. İptale iki ana neden yol açmış olabilir. Bunlardan birincisi, söz konusu kuralda azami tutuklama süresinin yargıca, olayın özelliğine göre uygulayabileceği en yüksek süreyi tanımaktan çok, “… iki kat uygulanır” gibi emredici bir ifade ile bu sürenin her halükârda uygulanacağı izlenimini uyandırması ve uygulamanın da buna paralel yürümesidir. Buna ek bir başka gerekçe, öngörülen azami sürenin, kişi özgürlüğü bakımından “ölçülülük” ilkesine ve “demokratik toplum düzeninin gerekleri”ne aykırı olmasıdır. Karar gerekçesinde bu iki ana nedenin ele alınacağı kuşkusuzdur. Nitekim Başkan Haşim Kılıç’ın açıklamasında da ölçülülük ilkesine aykırılık dile getirilmiştir. Esasen tutuklama, “geçici/istisnai nitelikli bir koruma tedbiri” olup, bir ön infaz kurumu değildir. Bu nitelikte bir önlemin sabit bir süresi olmamalı, süre olayın özellikleriyle belirlenmeli ama her halükârda makul bir süreyi aşmamalıdır. Bu nedenle yasada öngörülen azami süreler, tutuklamanın zorunlu bir unsuru olamaz. Böyle bir süre öngörülecekse, bunun sanık için özel bir güvence olmak dışında bir işleve hizmet etmemesi, bir çeşit ön infaza dönüştürülmemesi gerekir. CMK’de öngörülen süreler, AİHS uygulaması ve Avrupa ülkelerindeki uygulamayla kıyaslandığında, zaten alışılmışın üstünde kalan sürelerdir. Öte yandan anayasanın tutuklamayı doğrudan düzenlediği 19/7. maddesinde de azami süreden söz edilmemekte, makul sürenin aşılmaması esas alınmaktadır. AİHS ve uygulaması da aynı niteliktedir.
Bu açık düzenlemeler karşısında bir hukuk boşluğundan söz etmek olanaksızdır. Anayasa Mahkemesi’nin buna rağmen kararın yürürlüğünü bir yıl ertelemesinin tek bir anlamı olabilir: Anayasanın 153/2. maddesinde yer alan ve mahkemenin iptal kararı vermesi halinde kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis etmesini yasaklayan kurala aykırı davranmama endişesi. Bu yöndeki endişe ise yalnızca yasama etkinliği ile ilgili bir boyut taşır. Yürütme ve özellikle de yargı organlarına yönelik bir hukuksal etki içermez. Şu halde Anayasa Mahkemesi kararının yürürlüğünün bir yıl ertelenmesi, doğrudan doğruya yasama organını ilgilendiren ve onu bağlayan bir karardır. Esasen Haşim Kılıç’ın
“Hâkimlerin bir yıl beklemesine gerek yok. Bu karar dikkate alınarak tahliye kararı verilebilir” şeklindeki açıklamaları da bunu doğrulamaktadır.
Sonuç olarak AYM Başkanı Haşim Kılıç, belki “İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz” (Anayasa m. 153/1 cümle 2) şeklindeki anayasa kuralına uygun davranmadığı için eleştirilebilir, ama yaptığı açıklamanın içerik yönünden yanlış olduğu söylenemez. Yanlış olan “özel yetkili mahkemeler”in verdiği ters yönde kararlardır. Bu mahkemeler kendilerini olağanüstü mahkeme niteliğinde görme alışkanlığından vazgeçmeli, Anayasa Mahkemesi kararındaki iptal hükmünün kendisini bağlayacağını, ertelemenin yasama organı ile ilgili olduğunu göz önünde tutarak karar vermelidir. Aksi yönde vereceği kararlar, bireysel başvuruya (anayasa şikâyetine) yol açar. Böyle bir başvuruda kimse Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararının yürürlüğünü ertelediği için kendini de bununla bağlı sayacağı gibi bir hesap yapmasın. Çünkü AYM, iptal ettiği kuralın bir temel hakkın ihlaline yol açtığını tespit etmiştir. Anayasa kuralları ve özellikle anayasa şikâyeti kapsamındaki temel hak ve özgürlükler, yasama, yürütme ve yargı organlarını -herhangi bir yasal düzenlemeye gerek kalmaksızın- doğrudan bağlayan kurallardır. Erteleme, yalnızca yasama organının anayasaya uygun yeni bir düzenleme yapması içindir. Yoksa anayasaya aykırılık tespitine rağmen, ihlalin olay düzeyinde de devamını sağlamak için değil. Esasen anayasada bireysel başvuru yolunun, (anayasa şikâyetinin) benimsenmesinin arkasında yatan düşünce de budur. Tabii bu düşünceler, “özgürlük asıl, sınırlama istisnadır” ya da “in dubio pro libertate” ilkelerinin bir ifadesidir. Amaç bu ilkelere bağlı kalmak değil de sanığı mahkûmiyet kararına kadar içerde tutmak ve böylece tutmanın nedeninin değişmesini sağlamak ise işte o zaman tutuklamanın bir ön infaza dönüştürüldüğü iddiası da kesin bir biçimde kanıtlanmış olur.

(Cumhuriyet)

Prof. Dr. Fazıl SAĞLAM | Tüm Yazıları
Hits: 1312