35 YIL SONRA SÖYLENECEK NE VARSA!

~ 19.03.2013, Av. Hilmi HANTA ~

16.Mart.1978
Faşist işgal altında tutulan İstanbul Üniversitesi ’nin Beyazıt ’ta bulunan Merkez Binasından faşist işgali kırmanın onurunu taşıyarak çıkan devrimciler Eczacılık Fakültesinin önüne geldiklerinde üzerlerine atılan bir bombanın patlaması ve arkasından gelen yaylım ateşiyle faşist bir kırım yaşadılar.
Hatice Özen, Cemil Sönmez, A. Turan Ören, Baki Ekiz, Hamit Akıl, Murat Kurt ve Abdullah Şimşek.
35 yıl önce yirmi yaşında 7 genç insan öldürüldü Beyazıt Meydanında.
Onlar gerçekte ÖLÜMSÜZLÜĞE KOŞTULAR.
Onlar. Hala genç, hala yirmi yaşında, hayata gülümseyen güzel gözleriyle bize bakıyorlar.


YARGININ GÖREVİNİ KÖTÜYE KULLANMASI NEDENİYLE
YARIM KALAN BİR DAVA OLARAK: 16 MART

Mevcut hukuk sistemi, ölüm ve yaralamayı suç saydığı için bir soruşturma başlatıldı.
Bu soruşturmada, basit bir cinayeti aydınlatmak için yapılması gereken adli ve kriminal çalışma dahi yapılmadı.
16.Mart Katliamının yapılacağı polise günler öncesinden ihbar edildiği halde, polis bu ihbarla ilgili gerekli önleyici tedbirleri almayarak katliamın gerçekleşmesinin önünü açtı. Polise yapılan ihbar, o tarihte ki soruşturmadan gizlendi ve yıllar sonra davanın ikinci defa görüldüğü sırada ortaya çıkarıldı. İhbarda adı geçen kişi ikinci 16 Mart davasında bu şekilde sanık olarak yargılandı. İlk soruşturmada bu ihbarın üzerine gidilseydi, ya da ihbar yapıldığında adı geçen kişi polis tarafından alınsaydı. Hem olayın önlenmesi ve hem de soruşturmanın doğru kanalda sürdürülmesi mümkün olabilirdi.
POLİS; 16 Mart Kırımının meydana gelmesinde ve Kırımdan sonra suçluların ortaya çıkartılamamasında birinci derecede sorumludur. Nitekim;
16.Mart.1978 günü yapılan katliamdan önce, aynı gün o dönemin siyasi polis şefinin aracına silahlı bir saldırı yapıldı ve genel polis gücü bu saldırıya yöneltildi. Katliam davasında bu olay hiç araştırılmadı. Delilleri arasında hiç bağ kurulmadı.
16.Mart Kırımını yapanları kovalayan birkaç polis memuruna engel olarak suçluların kaçmasına olay yerinde ki polis amiri Reşat Altay neden oldu. Suçluları kovalayan polislerin Mahkemede ki tanıklığı varken Reşat Altay hakkında hiçbir işlem yapılmadı ve bu kişi soruşturmanın içine alınmadı. Reşat Altay koruma altındaydı. Yıllar yıllar sonra Reşat Altay’ın adı Hrant Dink cinayetinde polis müdürü olarak geçti.
Savcılık adli soruşturması eksik yürütüldü. Bomba ve kurşunlarla ilgili gerçek bir kriminal araştırma yapılmadı. Katliam öncesi askeri birlikten elde edilen TNT patlayıcı kalıpları için ne tür işlem yapıldığı hiç bilinmedi. Bu olay, patlayıcıların kullanıldığı olaylarla ilgili soruşturmaya dahil edilmedi.
Üniversite içinde üs kuran, derslerde öğrencilerle sınıfa kadar girip ders boyunca öğrencileri kontrol eden polisin katliamın meydana gelmesinde kasıt ve ihmalleri araştırılmadı.
Basit bir disiplin soruşturması sonucu görevi ihmalden haklarında açılan dava dosyası başka bir ilde herkesten gizli yapıldı. Katliam dava dosyasına bu davayla ilgili hiçbir bilgi aktarılmadı.
Davanın ikinci defa görüldüğü mahkemede bu dosyayı müdahil avukatlar bulup ortaya çıkarttı.
Bu dosyada ki delillere nazaran sanık polisler ve polis şeflerinin örgütlü suç kapsamında katliam davasında sanık olarak yer alması gerekirken davaya bakan mahkeme bunu görmezden geldi.
Olağan şüpheli durumunda ki faşist MHP ve yan örgütlerinin üzerine gidilmedi. İlk davada göstermelik olarak haklarında dava açılanlar ise Askeri Yargıtay tarafından beraat ettirildi.
Dava dosyasına gelen ihbar mektupları değerlendirmeye alınmadı.
Gazetelerde yer alan haberlerin bile üzerine gidilmedi.
İlk davanın görüldüğü Sıkıyönetim Mahkemesindeki birkaç yargıcının iyi niyeti dahi devletçe örülen duvarları aşamadı.
Ancak, bu yargıçlardan oluşan Mahkeme Heyeti Askeri Yargıtay’ın kararından dolayı faşist katillerle ilgili aklanma kararı verirken Kontrgerillayı isim vermeden tarif ederek suçlu sandalyesine oturtup tarihe küçük bir not düştü.
Mahkeme kararıyla 16.Mart.1978 Kırımının failinin bizde bilinen adıyla GLADYO / KONTRGERİLLA ve gerçekte STAYBEHİND yapılanması olduğu kesin olarak böylece tespit edildi.
16 Mart 1978 tarihinden 17 yıl sonra ; İsot Ailesi kendi oğulları Zülküf İsot’un katliamı gerçekleştirenler arasında olduğuna ilişkin çok değerli bilgiler içeren açıklamalarından sonra basit bir cinayet davası olarak açılan ikinci 16 Mart Davası, müdahil avukatların çabasıyla bir GLADYO DAVASI haline getirildi.
O zamana kadar toplanmamış delillere ulaşılmaya çalışıldı. Saklanan ve gizlenen bir kısım dosya ve delillere ulaşılması sağlandı. Tanıklıklara başvuruldu. Bir kısım asker ve polis kökenli tanık değerli bilgiler verirken Hasan Fehmi Güneş içişleri bakanı olarak sahip olduğu bilgileri mahkeme ve kamuoyuyla paylaşmadı.
Ortaya çıkan yeni bilgi ve belgeler ışığında, bu bilgi ve belgeleri doğrulatmak için resmi makamlardan Mahkeme kararı ile talep edilenler bu kurumlar tarafından sağlanmadı veya reddedildi.

Ankara Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde görülen MHP ana davasında 16 Mart davası ile ilişki kurulmasına rağmen bu dava dosyaları birleştirilmedi.

16 Mart Katliamının ikinci yargılamasında soruşturma kapsamına Abdi İpekçi davasından 1 Mayıs Katliamına, Susurluk kazası nedeniyle ortaya çıkan kirli ilişkilerin bulaştığı güncel çete davalarından MHP davasına kadar çok geniş bir yelpaze ısrarlı çabalarımızla dahil edildi.

Susurluk olayından sonra ortaya çıkan tanık astsubayın ifadeleri çerçevesinde olayda kullanıldığı sanılan TNT kalıplarının Abdullah Çatlı vasıtası ile askeri birliklerden temin edildiği bilgisinden hareketle ilgili askeri birlikten istenen soruşturma evrakı bir türlü Mahkemeye gelmedi.

Tanık Astsubayın ifadeleri doğrultusunda haklarında ayrıca suç duyurusunda bulunulan aralarında “Fethi Yıldız,Meral Çatlı,Oral Çelik,Haluk Kırcı, Gabriel Aktürk,Mehmet Ali Çeviker,Necati Gültekin,Baki Tuğ,Murat Bayrak” gibi kamuoyunda tanınmış isimlerinde bulunduğu kimseler hakkında savcılık takipsizlik kararı verdi.

Davanın bir kısım Bülent Ecevit gibi önemli tanıkları ısrarlı talebimize karşın Mahkemece dinlenmek istenmedi.


Dönemin İç İşleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş ile ülkücü faşist Lokman Kondakçı arasında yapılan görüşmenin bant çözümlerinde 16 Mart katliamına ilişkin bilgiler olduğundan, buna dair fotokopi belgeler müdahil avukatlar tarafından dava dosyasına delil olarak sunulduğu için, MİT tarafından avukatlar hakkında suç duyurusunda bulunulup haklarında dava açıldı.

16 Mart davasının müdahil avukatları üstünde böyle bir baskı yaratıldı. Savunma görevlerini özgürce yerine getirmeleri kısıtlandı. Bunun üzerine, müdahil avukatlar 16 Mart davasının duruşmalarına girmeme kararı alıp bunu uzun süre uyguladılar.

Yürürlükteki ceza hukukuna göre zamanaşımı dolmadığı halde, mahkemece zamanaşımından dava düşürüldü. Yargıtay bu kararı onadı.

Kamuoyunda meydana gelen infial nedeniyle Adalet Bakanlığı davaya bakan Hakim ve Savcılar hakkında soruşturma başlattı, “ihmallerinden dolayı” haklarında dava açılması isteği zamanın Hakimler ve Savcılar yüksek Kurulu tarafından reddedildi.

Davanın son duruşmasında, zamanaşımına karşı savunma yapılıp, 16 Mart Katliamıyla ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığı Özel Harp Dairesinde, Milli İstihbarat Teşkilatında, Emniyet Müdürlüğünde Hakim görevlendirilerek arşiv araştırması yapılması istemlerimiz reddedildi.

16 Mart Katliamı için Özel Harp Dairesinde araştırma yapılması isteğimizi devletin bir mahkemesi reddetti. Aynı devletin bir başka mahkemesi Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast iddiasıyla ilgili olarak Özel Harp Dairesinin “kozmik odasına” girdi. Mahkemeler, mağdurların kimliğine göre çifte standart uyguladı.

Bugün, onlar ne kadar saklamak istese de 16 Mart Katliamının bir Özel Harp /Gladyo operasyonu olduğunu artık herkes biliyor.

16 MART KATLİAMI, 12 EYLÜLE GİDEN YOLDA BİR KİLOMETRE TAŞIDIR.

NATO standartlarına göre örgütlenmesi değiştirilip yeniden organize edilerek silahlandırılmış olan ordu, aslında ulusal karakterini yitirmiş bir ordudur.

Soğuk Savaş yıllarında Emperyalizmin ileri üssü haline getirilmiş olan ülkemizde komünizm büyük bir tehlike olarak görülmüş ve buradan hareketle sınıf mücadelesi işte bu NATO KONSEPTİNDE kanlı bir savaşa dönüştürülmüştür.

“STAY BEHİND” Nato’nun gizli ordularının her ülkedeki ortak ismidir. GERİDE KAL/GÖLGEDE KAL ya da kısaca GÖLGE demektir. Özel Harpçi Orgeneral Kemal Yamak’ın anılarını kaleme aldığı ve özel harbi aklamaya çalıştığı kitabına verdiği isim ne gariptir ki “GÖLGEDE KALAN İZLER VE GÖLGELEŞEN BİZLER”dir.

Türkiye’de yaşanan her karanlık gün gölgede kalanların eseridir. Emperyalizmin silahlı gücü Nato’nun Türk üniforması giymiş askerlerinin.

16 Mart, Kahramanmaraş, Çorum ve diğer kanlı katliamların, aydınlık insanlarımızın tek tek avlandığı korkunç cinayetlerin eseri olarak 12 Eylül geldi. Ve bir daha da gitmedi.

12 Eylül öncesi sokaklarda ki kan, 12 Eylül sonrası bir sürek avı gibi devrimcileri izledi. Poliste, hapiste her yerde işkencelere, sorgusuz ölümlere, idamlara, uzun yıllar süren tutsaklığa dönüştü. İnsanlık adına üretilen ne varsa bu dönemde esir alındı.

Bu öyle bir süreçti ki, bu ülkenin o döneminde yaşayanların ellerinden çocukluklarını, gençliklerini, orta yaşlarını velhasıl tüm yaşamlarını ve geleceklerini aldı.

Faşizm yolsuzluk ve savaşla harmanlanmış vaziyette ülkeyi yeniden dizayn etti.
İşçi sınıfının sendikal örgütlenme ve mücadelesi boğuldu. Kırsal alanda yaşayan halkın geçim kaynağı olarak tarım ve hayvancılık bitirildi. Ülke yabancı tekellerin soygun ve talan yerine döndürüldü. Etnik ve inanç çatışmaları çıkarılıp günlük yaşam terörize edildi. Halkların barış içinde bir arada yaşama hakları ellerinden alındı. Ülke bilim-sanat ve aydınlanmadan uzaklaştırılıp, bir din ve mezhebin ortaçağ karanlığı egemenliğine teslim edildi. Ve daha niceleri. Saymakla bitmez.

İstedikleri gibi at koşturdular.

28 Şubat’ta irticaya karşı bir yolmuş gibi, Milli Görüşçülerden devşirdikleriyle kurdurdukları bir siyasi parti halkın önüne sanki bir umut ve çıkışmış gibi bunlar tarafından konuldu.

Soğuk savaş emperyalizmin doğrudan çıkarlarıyla ilgiliydi. Bu nedenle emperyalizm soğuk savaş bitti dese de soğuk savaş metotlarını terk etmedi. Tam tersine alabildiğine ve uluslar arası bir teröre dönüştürüp sürdürdü. Türkiye de bu gün yaşananları bu çerçevede algılamak çözüm yollarını açık tutacaktır.

Halk Cephesinde yaşanan tüm olumsuzluklara karşın, bir karşı program ve örgütlü bir mücadele bunları alt edecek güçtedir. Önemli olan bu gücün farkına varmak ve halk güçlerini harekete geçirmektir.

16.Mart. Bir katliamın anılmasından çok; BUGÜN ARTIK, geleceği kurmak için bir güç ve ivme olarak ihtiyaç duyulan görevin yol göstericisidir.

Hilmi HANTA
16 Mart Katliamı Davası Avukatı
 

Av. Hilmi HANTA | Tüm Yazıları
Hits: 3250