Siyaset sahnesinde bir sıkışma artık hissedilebilir hale geldi. Toplumun duyarlılıkla izlediği hemen her konuda “çözümler”, “başka çözümler”le kapışıyor. Üstelik bu kapışma öyle hafif de geçmiyor, yumruklar alttan üstten, kaş göz demeden, din kardeşliği bile tanımadan savruluyor. Acelesi var birilerinin. Halkın önemli bir kesiminin şimdilik yalnızca izlediği bu kapışmaya gerçek demokratik yöntemlerle dahil olması seçimleri beklemeyebilir. Ve belki de sıkışmayı doğrultacak, normal yoluna sokacak olan budur.
Var mı gerçekten böyle bir ihtimal?
Çok zayıf olsa da var.
Bu ihtimali güçlendiren olgu, iktidar partisinin gizli açık gündemindeki son maddelere gelmiş olmasıdır. Yukarıdan açılan kanalların aşağıdan hızla doldurulmasıyla yapılabileceklerin hemen hemen hepsi yapılmış gibi. Laiklik konusunda sınıra gelindi. Okullarda mescit gibi sonuç alması kesin önlemler, “örümcek adama namaz kıldırmak” gibi fanteziler işin tamama erdirildiğini gösteriyor. Gerisi kendiliğinden gelecek, olası bir seçim zaferinden sonra insanlar kendilerini niteliksel bir değişimin içinde bulacaklardır.
Bu ideolojik “yenilenmenin” güçlendirdiği yapının adı “güçlü bir başkanlık sistemi” olsun isteniyor. Bunun ne anlama geldiğini gelişmeleri şimdilik izleyen kesimler de biliyorlar. Bu, asgari ücretin “pekâlâ yeterli bir ücret olduğunu, onunla geçinilebilineceğini” daha bir kendine güvenle ve aldırmazlıkla söyleyebilmek demektir. Ya da şimdi tek tük itirazlara karşı söylendiği gibi “nankörsünüz” kızgınlığının daha gür ve genişleyerek, tarihte örneklerini gördüğümüz gibi “kahramanca” ve “gururla” dillendirilebilmesidir.
***
Bütün bu adımların atılabilmesi için bir konunun daha tamamlanabilmesi gerekiyor. Liderler her zaman “bütün kesimlerin lideri, velinimeti” olmak isterler. Bunun için ideolojilerin birliğinden dem vururlar, şahıslarında “eğilimlerin birleştiğinden” söz ederler. Ne var ki gerçek, bu türden hevesleri inkâr eder. Bir büyük ustanın dediği gibi “hiçbir sınıfa öteki sınıftan bir şey almaksızın bir şey verilemez”. Bu nedenle programınızda ille de gerçekleştirmek istediğiniz hedefleriniz varsa, tüm sınıfları “ikna etmek” için korkutma dışında araçlar da kullanmak zorundasınız. İşçiler, memurlar, köylüler şimdilik örgütsüz olduğu için öncelik sermaye sınıfındadır. Öyleyse alma verme meselesinde hem geçici bir kolaylık hem de sermayenin el değiştirebilmesi, hiç değilse hedefler konusunda sizinle hemfikir bir sermayenin yaratılabilmesi için “beceri gerektiren bir mesaiye” ihtiyaç var demektir. “Yol yap, kentsel dönüşüm yap” yetmez ki. Her alanda mülkiyetin idaresine el koymak icap eder.
***
İşlerin “düzgün” gidebilmesi sıkı bir demagojik çalışmayı, olup bitenin tam tersi oluyormuş gibi söyleyebilme kabiliyetini gerektirir. Örnek ister misiniz?
Diyelim geniş kitlelerdeki milliyetçi damarı hem gıdıklamak hem de ondan kendi ideolojinize doğru bir sapma istiyorsunuz; o zaman yüksek sesle “tek millet” diye bağırabilirsiniz. Sizin “millet” dediğinizin başka bir millet, yani adlı adınca “ümmet”, “boş ver Türk milletini, Kürt milletini İslam milletidir esas olan” demek olduğunu bilen bilir, bilmeyen de “ulus” zannetmeye devam eder gider. Siz de bu arada el değiştirmeye müsait sermaye meselesini halleder, “yaşam tarzı” konusunda canı sıkkın olan eski büyükleri de ihale kapılarını açıp kapayarak ikna edersiniz.
Ama siyasette sıkışma giderek kendini daha çok gösteriyor. Bu yalnızca Kürt meselesi ya da Suriye nedeniyle değil, belki de daha çok bir sınıftan almadan ötekilere bir şey vermenin imkânsız olmasındandır. Peki, al al nereye kadar? Bunun bir sonu yok mu? Ya birileri çıkar da “bir dakika, şu konuyu bir baştan alalım” derse ne olacak?
11 Mart 2013 - Cumhuriyet