ÜÇ ÇOCUK YETMEZ, BEŞ OLSUN!

~ 11.03.2013, Aydın CINGI ~
Başlıktaki “slogan” Başbakan’a ait olup iktidarın kadına biçtiği işlev ile doğrudan ilişkili. Aslında amaçlanan, nüfusumuzun artmayı sürdürmesi ve nüfus yapısının yaşlanma eğilimine girerek dinamizmini yitirmemesi. Ancak, bu türden toplumsal süreçler yöneticilerin dilekleri doğrultusunda değişebilir mi ve de bu türden irade beyanları kadının –zaten sorunlu olan- toplumsal konumunu olumsuz etkilemez mi?
 
Demografik gelişimin aşamaları
 
Demografi; nüfus yapısını, durumunu ve değişim aşamalarını inceleyen bilim dalıdır. Bir toplumda nüfusun -çok genel kavramlar kullanılarak- şu öğeler yoluyla farklılaştığı belirtilebilir: doğum, ölüm, evlilik, göç. Bir toplum bünyesinde bu öğelerin oluşturduğu sentez, o toplumun nüfus dinamiklerini belirler. Geçen yüzyılda demograflar –tüm toplumların nüfus yapısında saptanan benzer değişimleri inceleyerek- ortaya, 4 aşamadan oluşan bir “demografik gelişme modeli” koymuşlardır. Bu aşamaların 2. ve 3. sırasında yer alanları “demografik geçiş” ya da “demografik evrim” sürecini oluştururlar.
 
1. Doğum ve ölüm oranları yüksektir; “nüfus artışı sıfıra yakındır”.
2. Tıp, teknoloji ve bakım alanlarındaki ilerlemeler dolayısıyla ölüm oranları düşer; ancak doğum oranları aynı hızla sürdüğünden “nüfus hızlı artar”.
3. Bir süre sonra doğum oranları da düşer ve “nüfus artış hızı yavaşlar”.
4. Son aşamada ise doğum ve ölüm oranları düşüktür; “nüfus artış hızı azalır, hatta negatife döner”.
 
Demografik geçiş kuramcıları tüm toplumların/ülkelerin benzer dönemlerden geçeceğini, ancak bunun –söz konusu toplumun gelişmişlik düzeyine göre- farklı zamanlarda olacağını öne sürmüşlerdir. Modernleşme, sanayileşme/bilgi toplumuna geçiş, kentleşme/bireyleşme toplumun sosyokültürel yapısını etkilemektedir. Avrupa, Kuzey Amerika ülkelerinin bir süredir 4. aşamaya girmiş olmaları; Çin, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerin 3. aşamada bulunmaları ve henüz 2. aşamadaki dünyanın en az gelişmiş “Sahra altı” Afrika ülkelerinde nüfusun şimdilik hızla artmayı sürdürmesi kuramcıların bu öngörüsünü doğrulamaktadır.
 
Tüm ülkeler benzer geçiş sürecini yaşamış ya da yaşayacak olmalarına karşın, bunların demografik geçişleri –dünya konjonktürüne ve teknolojik/kültürel ilerlemelere bağlı olarak- değişik sürelerde gerçekleşmektedir. Örneğin -2. Dünya Savaşı sonrası “doğurganlık patlaması” gibi istisnai dönemi inceleme dışı bırakırsak- İsveç ve İngiltere, 2. ve 3. dönem evrimlerini yani “geçiş sürecini” -19. ve 20. yüzyılın önemli kesimlerini kapsayan- 150 yılda tamamlamıştır. Oysa Güney Kore “demografik geçiş”ini -20. yüzyılın ikinci yarısını içine alan- yarım yüzyıllık bir sürede gerçekleştirmiştir.
 
Dünya doğurganlık (yani kadın başına düşen çocuk sayısı) ortalaması, 2010 yılı itibariyle, 2,5’tir. Aynı ortalama, tüm dünya ülkelerinin –ki, buna az gelişmiş olanlar da dahildir- ¾’ünde 3’ün altındadır. Sahra altı Afrika ülkelerinin de geçiş sürecini tamamlamasıyla dünya nüfusunun yavaş yavaş azalmaya yüz tutacağı hesaplanmaktadır. Bu gidişle insanlık, büyük bir olasılıkla, gezegenimiz üzerindeki varlığını -daha 5 milyar yıl kadar ömrü olan- güneşimizin sönmesinden çok önce yitirmiş olacaktır.
 
Günümüzde Türkiye’nin durumu
Bizi uzaklara götüren bu düşünceler bir yana, Türkiye nüfus artış hızının daha da yavaşlamaması için gerçekten bir şeyler yapabilir mi? Bunun tersi bir örnek olarak, Çin’in, hızlı nüfus artışına karşı 1970’lerde aldığı önlemler sayesinde 1990’da %1,44 olan yıllık nüfus artış hızını 2003’te %0,6’ya düşürdüğü öne sürülebilir. Ancak bu düşüşte, alınan resmi önlemlerden çok demografik geçiş sürecine girilmiş olmasının etkisi olduğu yadsınamaz. Bunun aksi yönde kaygılar taşıyan Fransa ve İngiltere de bazı ekonomik önlemlere başvurmuştur. Avrupa’nın hemen tüm ülkelerinde olduğu gibi, bu ülkelerde de, nüfusun yaşlanması ve çalışma çağındakilerin azalması, orta dönemde emeklilik maaşlarının ödenememesi gibi somut sakıncalar doğuracaktır. Ancak bütün bunlar, azalma trendini -değil tersine çevirmeye- durdurmaya dahi yetecek bir etkide bulunamamıştır.
 
Türkiye; nüfus artış hızının azaldığı, nüfus piramidinin sivrildiği yani nüfusun yaşlandığı döneme giriyor. Bunu ters yönde etkilemek için tüplerde bebek yetiştirip yaşlananları öldürecek değiliz. Öte yandan kentleşme, eğitim süreçleri ve bireyleşme evlilik yaşını gittikçe ileriye öteliyor. Bu, geri döndürülemez bir sosyokültürel gelişme süreci. “Göç” deseniz; dışarıdan göç almıyor, artık dışarıya da kayda değer bir göç vermiyoruz. Ülkemizde oluşan göçler, “Doğudan Batıya” ve “kırdan kente” yöneliyor. Mevcut nüfusun mutlak değerinde bir değişim yaratmıyor, ama göçerlerin sosyokültürel yapısını “daha az doğurganlığa” dönük olarak etkiliyor. İş ve güvenlik peşinde koşanların yarattığı bu iç göçleri de yasaklayamazsınız. Nüfus yapısını belirleyen 4 öğeden ölüm, evlilik ve göç devreden çıktığına göre geriye “doğum” kalıyor. Başbakan’ın bu konuya abanması da işte bu yüzden.
 
Oysa kadın başına doğum oranı -ya da doğurganlık- da sosyokültürel yapıdan, bir başka deyişle kentlileşmeden, bireyin “kendisi” için daha çok kişisel gelişme ve daha iyi yaşam koşulları talebinden –yani daha az çocuktan, dolayısıyla doğum kontrolünden- bağımsız değil. Hükümet olarak çok çocuklu ailelere teşvik primleri verir; onların yaşamını kolaylaştıracak doğum izni, kreş vb önlemleri uygulamaya sokabilirsiniz. Ancak bu, orta dönemde etkili olamaz; çünkü sosyokültürel ve ekonomik gelişim süreci bu önlemleri kısa sürede önemsizleştirecektir.
 
Türkiye bugün “doğurganlık” açısından –adeta farklı ülkelermişçesine- çok değişik oranlara sahip üç bölgeye ayrılmaktadır. Trakya’yı, Ege’yi ve Antalya’yı da içeren sahilleri kapsayan yoğun nüfuslu bölgede doğurganlık -yani kadın başına çocuk sayısı– illere göre, 1,6 ile 2,3 arasındadır. İç Ege’den başlayıp tüm İç Anadolu’yu, tüm Karadeniz’i ve bazı Doğu illerini kapsayan geniş alanın doğurganlık oranı ise, illere göre, 2,3-3,6’dır. Bazı Doğu illeri ile tüm Güneydoğu’yu içeren bölgede ise kadının doğurganlığı –bazı kırsal alanlarda- 4’8’lik bir ortalamaya kadar çıkmaktadır. Altyapıyı, eğitim ve gelir düzeyi farklarını, Doğudan Batıya ve kırdan kente göçü ve de şu anın “az gelişmiş” illerinin de yakın gelecekte gelişecekleri olgusunu toplu olarak dikkate alalım. O takdirde bugünün 2.2’lik ülke ortalamasının da düşmeye aday olduğu saptanacaktır.
 
Sonuç olarak, 3 çocuk ila 5 çocuk önerileri, tıpkı kürtaj yasakları gibi doğurganlığı kayda değer ölçülerde arttıramayacaktır. Makro süreçlere böyle “pederşahi” tavır, öneri ve çağa yakışmayan yasaklarla karşı çıkan kişi yel değirmenlerine saldıran Donkişot’a benzer. Başbakan’ın bu konudaki söylemi, esas itibariyle, toplumsal algıda kadının yeri ve işlevi açısından AKP muhafazakarlığı bağlamında yerli yerine oturuyor. Bu söylem ve tutumun, kendisi ve iktidarı açısından olası yararı ama ülkemiz açısından kesin zararı da budur.
Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 2050