YARGININ KUTSAL KÂSESİ

~ 22.02.2013, Av. Ali Musa SARIÇİMEN ~
AB müktesebatına uyum yasaları çerçevesinde, özellikle son on yılda “Yargı reform paketleri” adıyla başta anayasa deşiklikleri olmak üzere ve buna bağlı olarak sayısız yasal değişiklikler yapıldı, yeni yasalar çıkarıldı, kurumsal düzeyde ardı ardına “köklü” değişiklikler yapıldı. Keza bu “reform paketleri” çerçevesinde Yargıtay’a, Danıştay’a yeni “demokrat” üye seçimleri yapıldı. Böylece yüksek yargıda “kadim zihniyete” son verildiği ilan edildi. Bu uğurdaki çalışmalar hâlihazırda bütün hızıyla sürüyor. Gündemde yeni anayasa çalışmaları var.
 
Ancak tüm bu “köklü reformlara” rağmen, genel anlamıyla yerel yargıda, özel olarak da yüksek yargının kutsal metinlerinde her ne hikmetse zerre bir zihniyet değişikliği göremiyoruz. Yargıtay kürsüsüne her kim gelirse gelsin Yargıtay’ın, dini öykünmelerle, köhnemiş ahlaki değerlerle, olağanüstü detaylarla süslenmiş milli, muhafazakâr, militarist kadim algısından kendini kurtaramıyor. Her gelen bu sihirli kutsal kâseden besleniyor. Onca yasal düzenlemeye rağmen bu zihniyetin değiştiğine dair en ufak bir emare yok. Yargıtay, dün olduğu gibi bugün de arkasında gururla durabileceğimiz hiçbir hukuksal metnin altına imza atabilmiş değil. Bir yüzünde Türk milliyetçiliği öteki yüzünde İslam’ın Sünni versiyonu olan Türk İslam sentezi kuramı her bakımdan bütün kurumlara sinmiş vaziyette. Türk yargısı dün olduğu gibi bu kutsal kâseden beslenmeye devam ediyor…
 
Hrant Dink’in “Türklüğe Hakaretten” yargılanması ve mahkûmiyetinin hemen ardından katledilişi ve bu sefer bu cinayetin yargı eliyle aklanması vb. Türk yargısının temel algısını, milli refleksini bütün görkemiyle önümüze koydu. Kim ne yaparsa yapsın, hangi yasaları değiştirirseniz değiştirin yargıdaki bu milli, maneviyatçı, militarist algı, bu refleks hiç değişmiyor, hala dimdik ayakta. Karşısına, farklı kimlikle kim çıkarsa çıksın ezip geçiyor, adeta tarihe, bilime meydan okuyor.
 
Özellikle hâkimlerin ve savcıların Hrant Dink’in yargılaması ve sonrasında cinayetinin yargılaması üzerine sarf ettikleri sözlerin, yazdıkları yorum ve yazıların üzerinde bir bütün olarak durulması ve ele alınıp bilimsel olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bugüne kadar toplum tarafından kanıksanmış ve devlet tarafından sürekli sırtı sıvazlanarak her daim hazır, diri tutulmuş bu refleksin, bu algının her koşulda her türlü şeye dirençli hale geldiğini ve onca çabaya rağmen her seferde hukuku kin ve nefretle doldurduğunu, kendinden başkasına hayat hakkı tanımadığını görüyoruz. Cinayet sanıklarının dahi dillendiremedikleri nefreti, akıl edip, düşünemedikleri gerekçe ve argümanları hâkim ve savcıların ağzından duymak gerçekten bu çağda felaket, korkunç bir durum… Daha da korkunç olanı ise hâkimlerin, savcıların büyük bir çoğunluğunun açıkça nefret suçu oluşturacak bu tür söylemlere kayıtsız, sessiz kalması, tepki koymamalarıdır.
 
Kim ne derse desin “Beyaz Türkler” kıvamındaki bu yargı camiası, bu ülke için tam anlamıyla bir felakettir. Türk, İslam, Sünni mezhebinden damıtılmış bu “Beyaz Türklerin” milli ve maneviyatçı kimliği üzerinden şekillenmiş bir kimlik, bir yargı algısı karşısında daha fazla sesiz kalmak, onun yok edici, yıkıcı tasarruflarına seyirci kalmak mümkün değildir. Böyle bir yapıdan hak-hukuk, adalet, adil bir yargılama, hele hele derin ilişkilerin deşilmesini, kirli çamaşırların ortaya dökülmesini beklemek ahmaklık olur…
 
Bu zihniyet, bu algı; kurumsal düzeyde, “Yargıyı, yargıya bırakmak gerekir. Yüksek Yargının ve HSYK üyelerinin seçimi hâkimlere ve savcılara bırakılmalıdır. Böylece hâkimler ve savcılar siyasetten uzak, demokratik biçimde kendi kendilerini idare edip, denetlemeli ve yönetmelidirler…” şeklinde dile getiriliyor.
 
Sırtını ilkin Tanrı’ya, sonra Türklüğe ve Türk-İslam sentezine (İslam’ın Sünni versiyonu) dayamış olan ve doğuştan gelen bu ilahi kudret, kutsanmışlık doğal olarak diğer milletlere, etnik gruplara, mezheplere yaşam ve söz hakkı tanımıyor.
 
“Ne mutlu ki, hepimiz Türk”üz” gibi kulağa hoş gelen bu söylem, Türk yargısının kutsal kâsesi olarak karşımızda duruyor.
 
Kendi kendini finanse eden, üreten ve denetleyen bağımsız ve tarafsız bir yargı…
 
Yargıyı, sanki kendi içinde kendisini üreten bir yapıymış ve sokaktaki adamı hiç ilgilendirmeyen bir kurummuş gibi ele alan bu anlayış; tam anlamıyla toplumu dışlayan, tıpkı Türklük gibi toplumsal dinamikleri, farklılıkları yadsıyan, görmezden gelen içi boş, hiçbir tutar yanı olmayan sorunlu bir yaklaşım olarak önümüze çıkıyor…
 
Kim ne derse desin, yargısal faaliyet bir bütün olarak kurumlarıyla, işleyişiyle, kararlarıyla, amaç ve sonuçlarıyla toplumsal ve aynı zamanda kamusal - siyasal bir faaliyettir. Bu nedenle yargılama faaliyeti sadece hâkim ve savcıların “mesleki” bir faaliyeti olarak görülüp değerlendirilemez. Hâkimin ve savcının bu faaliyet içindeki yeri ve rolü, tıpkı bir avukat gibi, tıpkı bir kolluk görevlisi, tıpkı bir kâtip, mağdur, sanık, tanık, bilirkişi gibi, diğer her bir süjenin yargılama faaliyeti içindeki yeri, rolü, hak ve yetkilerinde olduğu gibi sınırsız değil, sınırlıdır. Hâkimler ve savcılar elbette her vatandaş gibi yargılama faaliyetinin tamamı üzerinde söz hakkına sahiptirler. Ancak yargılama faaliyeti içinde üstlendikleri rolleri itibarıyla yargının, yargılama faaliyetinin tamamını temsil etmezler. Bu yönüyle sınırlı hak, yetki ve söz hakkına sahiptirler.
 
Adalet dediğimiz şey, sıradan, basit bir yargısal merasimden ve bunun sonucu olarak hüküm ifade eden bir kağıt parçasından ibaret değildir. Tıpkı ahlak gibi amaç ve sonuçları itibarıyla kolektif üretilen, toplumsal algıyla vücut bulan bir değerdir. Adalet, yargıcın kendi kendine üretebileceği bir değer değildir.
 
Hukuk, bir bütün olarak toplumdaki bireylerin tamamının doğumdan ölümüne kadar, hatta ölümünden sonra dahi hak, yetki, sorumluluk ve özgürlüklerinin alanını belirler. Bu nedenledir ki, hukukun uygulama alanı olan yargılama faaliyeti de toplumun bütün kesimlerini ilgilendirir. Hukuku, sırf devlet, iktidar ilişkisi boyutuyla değil, kişi hak ve hürriyetleri bağlamında bütün toplumu ilgilendiren yönüyle ele alıp kurumsal olarak yargının işleyişi, denetimi ve yargısal faaliyeti de aynı şekilde toplumsal, siyasal alana çekilmeli ve bir bütün olarak toplumdaki kültürel, etnik ve dinsel farklılıklar gözetilerek topluma mal edilmelidir.
 
Hiçbir anayasal ve yasal değişiklik yargıdaki bu kadim zihniyeti, algıyı yalnız başına bertaraf edemez. Bu nedenle öncelikle yargıdaki sorunlu zihniyetin, algının üstesinden gelebilecek sosyal, siyasal politikalar üzerinde durulmalı ve kurumsal olarak da yargı sıfırdan, yeni baştan kurgulanmalıdır. Aksi halde bu “kadim zihniyet” aynen sürgit devam edecektir.
 
Av. Ali Musa SARIÇİMEN
Av. Ali Musa SARIÇİMEN | Tüm Yazıları
Hits: 2196