Diyanet İşleri Başkanlığı (I)!

~ 01.02.2013, Rıfat OKÇABOL ~

Bilindiği gibi Cumhuriyet rejiminin temel yasalarından biri, 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı “Şer’iye ve Evkaf ve Erkanı Harbiye Vekaletlerinin İlgasına Dair Kanun”dur. Cumhuriyet, çağdaşlaşmaya çalışan ülkelerde din ve ordunun hükümette bakan olarak temsil edilmelerini sakıncalı bulmuştur. Bu yasayla, Osmanlıda var olan din işeri ve vakıflar bakanlığı (Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti) ile genelkurmay bakanlığı (Erkanı Harbiye Vekâleti) kaldırılıp bunların yerine başbakanlığı bağlı başkanlıklar olarak Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) ile Genelkurmay Başkanlığı (GKB) oluşturulmuştur. Bu yasanın birinci maddesi şöyledir: "İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri dini kuruluşların idaresi, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının ilgi ve yetkisine bırakılmıştır. Çünkü: Türkiye Cumhuriyetinde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bulunmak Türkiye Büyük Millet Meclisi ile Onun kurduğu Hükümete aittir.”

Bu yasanın kabul edildiği tarihte, Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’sına göre, Osmanlı gibi, bir İslam devletidir. O yıllarda Müslüman olmayan Hıristiyan ve Musevi yurttaşlar Osmanlıdan gelen geleneklerini sürdürmekte ve dini hizmetlerini cemaat olarak kendileri karşılamaktadır.
Bu nedenle, Osmanlıda Müslüman topluluklara devletin sunduğu hizmetin DİB’e verilemesi, o yılların koşullarında ve anayasal düzeninde pek de anlaşılmaz bir durum değildir. Bu yasayla DİB’e, cami ve mescitlerde halkın ibadetini sağlayacakları hizmetleri yapma, dini konularda toplumu bilgilendirme, İslam dinine mensup farklı dini yorum çevreleri, dini-sosyal oluşumlar ve geleneksel dini-kültürel oluşumlarla ilgili çalışmalar yapma sorumluluğu verilmesi de anlaşılabilir bir durumdur.

Bu arada, Türkiye Cumhuriyeti 1928’den sonra anayasal olarak laik bir cumhuriyete dönüşmüştür. Bu dönüşüm bir bakıma, devletin dine öncelik vermeyeceği, Müslümanı, Hıristiyanı, Museviyi, herhangi bir inanç sahibi ile inanç sahibi olmayanları eşdeğerde göreceği anlamına gelmektedir. Bu dönüşüm, bir başka açıdan da, devlet, yasama ve yürütme işlevini inançlardan bağımsız olarak yürütecek, her inanca eşit mesafede duracak demektir. Ancak devlet, laik bir devletten beklenen dönüşümü yapmamış/ yapamamış, DİB’i kaldırıp dini hizmetleri inanç topluluklarının ilgi ve sorumluluğuna bırakmamış/ bırakamamıştır. Bu durum, ne yazık ki 1928 yılıyla sınırla kalan bir durum değildir. 27 Mayıs 1960 askeri harekatı sonrasında hazırlanan 1961 Anayasası da, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında topluma dayatılan 1982 Anayasası da, cumhuriyetin laik devlet olduğu vurgusunu yapmış olsalar da, laik devlet anlayışıyla bağdaşmayan DİB’e dokunmamışlardır/ dokunamamışlardır. Anlaşılan Anayasa’yı yapanlar, DİB ile Müslüman çoğunluğu denetlemenin ve yönlendirmenin dayanılmaz hafifliğinden kendilerini kurtaramamışlardır.

Ancak DİB, 1928 sonrasında anayasal varlığını sürdürmüş olsa da, Müslüman olmayan yurttaşlardan da toplanan vergilerin bir bölümünün DİB’e ayrılması dışında, 1950’lere kadar toplumsal yaşamda etkisiz bir kurum halinde kalmıştır. Süreç içinde din derslerinin okul izlencelerinden çıkarılması, imam hatip okulları ile ilahiyat fakültesinin kapatılması, Türkçe ezan okunmasına başlanması ve ibadetin Türkçe yapılabilmesi için arayışlara girilmesi, DİB’in etkisiz bir kuruma dönüştürüldüğünün göstergeleridir.

ABD ile yakın ilişkilerin başladığı 1946 sonrasında ise, DİB’in konumu yavaş yavaş değişmiştir. Özellikle 1950’den itibaren cami vaazlarıyla, Kuran kurslarıyla, yayınlarıyla, oluşturulan kardeş/yandaş dernek ve vakıflarla DİB, toplum içinde “dini” bir merkez olma konumunu geliştirmeye ve pekiştirmeye başlamıştır. A. Menderes ve S. Demirel’in kurduğu piyasacı ve gerici hükümetler DİB’in işini kolaylaştırmıştır. Amerikalıların, “Bizim oğlanlar başardı!” dediği 12 Eylül darbesi, cumhuriyetin aydınlanmacı kazanımlarına da darbe vurmuştur. 1982 Anayasası’nın 2’inci maddesinde, “TC, … demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir” dense de, 24’üncü maddesinde, “din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler areasında yer alır” denemesiyle 2’nci madde-anayasa ihlal edilmiştir. Bu anayasanın 136’ıncı maddesinde DİB’e, “laiklik ilkesi doğrultusunda bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek, özel kanunda gösterilen görevleri yerine” sorumluluğu verilmiştir. Laikliği çiğnenecek sakız olarak gören 12 Eylülcüler, solu ezip cumhuriyet aydınlanmasını karartırken DİB’e de, uygun ve verimli bir ortam sunmuştur.

Herhalde bu ortam sayesinde DİB, “Gurbetçinin El Kitabı” adını taşıyan bir kitap yayımlayabilmiştir (Sanay, 1984). DİB’in bu yayınında, Yehova Şahitleri, Babilik ve Bahailik gibi kimi inançlar, sapkın inanç olarak gösterilmektedir (s.19-32). Bu kitapta din-iman adına, insan haklarıyla bağdaşmayan ve gerçeklerin tam da tersini söyleyen ipe sapa gelmez ve normal hukuk devletlerinde suç oluşturan ifadelere de yer verilmektedir. Örneğin, “dinsiz olan insanlar arasında sürekli bir sosyal dayanışma kurulamaz. Çünkü dinsiz bir insan, yaratılışının gereği bencil ve çıkarcı olur” (s.38) denmektedir. Bu kitaba göre, “Dinsizlerin, bilhassa dindar toplumlarda yaptığı tahribatlar korkunçtur. Dinsize göre toplumun mukaddes saydığı şevkat, fazilet, yiğitlik, iyilikseverlik, cömertlik ve insanlık gibi faziletli duygu ve düşüncelerin hiçbir değeri yoktur” (s. 39).

Bu DİB, 1984 yılından bu yana, imam hatiplerin yükselişine paralel olarak ve özellikle 12 Eylülcülerle T. Özal’ın Türk-İslam sentezi anlayışına uygun kültür ve eğitim politikalarıyla laik ve bilimsel yaşama karşı büyük mesafeler katetmiştir. Örneğin DİB’ yardımcı olmak üzere 1975 yılında kurulan Türkiye Diyanet Vakfı (TDV), 1996 yılında yapılan 15’inci Milli Eğitim Şurası’nın 800-900 üyesine “Türk Eğitim Sistemi: Alternatif Perspektif” adlı bir kitabı (TDV; 1996) bedava dağıtmıştır. Bu kitabın içeriğini anlamak için şu alıntılara göz atmak yeterlidir. “Dini olan motifleri milli kültürden çekip çıkardığınız zaman geriye bir şey kalmaz. Bu da dinden bağımsız bir milli kültür olamayacağını gösterir” (s. 127). “Kuran kurslarının zorunlu eğitimin dışına alınmasının ilmi, objektif bir gerekçesi olamayacağı gibi demokratik bir toplumda halkın isteklerine de açıkça karşı çıkmak olacaktır” (s.149). “Anayasal açıdan, Kuran kurslarının zorunlu eğitime dahil edilmemesi demek, fiilen din eğitimi hakkının ortadan kaldırılması anlamına gelecektir” (s. 150). “İmam Hatip Liseleri din eğitimi problemine getirilmiş bir Türk çözümüdür” (s. 160).

DİB, AKP iktidarı için, din toplumu yaratma konusunda bulunmaz bir nimet olmuştur.

(SolHaber)

Rıfat OKÇABOL | Tüm Yazıları
Hits: 1533