İmralı Süreci ve Riskler?

~ 18.01.2013, Ali ER ~

“Devlet-İmralı” görüşmelerinin başlamasının hemen ardından Paris’te PKK kurucularından Sakine Cansız ve iki kadına düzenlenen suikast ile ardından Diyarbakır’da yapılan cenaze törenleri “İmralı” sürecinin ne olup olmadığı anlaşılamadan tozu dumana kattı. Yine kamuoyu Diyarbakır karpuzu gibi çatır çatır bölündü. Ancak işin umut veren tarafı “Habur sürecinden” alınan derslerden olacak; BDP soğukkanlılığını korudu. Şehit ve Gazi Dernekleri dahi “Abdullah Öcalan ile görüşülmesine karşı olmadıkları”nı açıkladılar.

Saflar ne kadar keskin olursa olsun, “Barış” adına “bekle ve gör” ortak paydasında buluşulduğunu söylemek mümkün. Diğer bir ortak payda ise Paris’teki suikastın barış sürecine yönelik bir provokasyon olduğu.

Failleri henüz açığa çıkarılamayan cinayetlerin arkasındaki ana güdü ve faillere dair iddialar muhtelif. İran ve Suriye’nin gizli servisleri olağan şüpheliler arasında öne çıksa da listede “Derin devlet” de var, İsrail de Almanya da Fransa da var.  Listenin uzamasının başlıca nedeni, PKK’nın 30 yıla yaklaşan silahlı mücadelesinde sorunun Türkiye’nin iç güvenlik sorunundan Ortadoğu’da Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin bir parçası olarak Türkiye’nin egemenlik ve toprak bütünlüğü sorununa evrilmiş olmasıdır. Sonunda derin komplo teorilerinden birisi doğru çıkabileceği gibi cinayetlerin ardındaki temel güdü, PKK’nın Avrupa’daki kara para zincirindeki rant paylaşım kavgası ve zamanlaması ise bunun hedef şaşırtması da olabilir. PKK içindeki acımasız bir hesaplaşma veya Öcalan’a doğrudan “Ayağını denk al” mesajı da...

Amacı ne olursa olsun, safların soğukkanlı duruşu bu eylemin süreç üzerindeki korkulan etkisini boşa çıkarmış görünüyor. Ancak “İmralı” görüşmeleri başlı başına dikenli bir yolun ilk adımı. Çünkü muhatabınız pembe panjurlu ev hayalleri peşinde koşan masum bir genç kız değil. Eğer Türkiye’de kangrene dönüşmüş bu sorunu çözmek için yola çıkmışsanız ve sonunda PKK’yı asıl muhatap olarak almışsanız bu tip engellemeler ve “yol kazaları” doğaldır. İlk yol kazası atlatılmış olsa da son olmayacaktır.

Bu nedenle sürecin sonundaki kilit taşı üzerinde mutabakat şarttır. Bu da Türkiye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü olmalıdır. Bu anlayış içinde Türkiye’de demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, evrensel insan hakları ve özgürlüklerden yana olan herkes “Barışın” doğal savunucusudur. Bütün politik ön yargılardan uzak bir şekilde TBMM’de oluşan “Milli İradenin” temsilcilerinin elini taşın altına sokmaları ortak beklentidir. Ulusal mutabakat temelinde TBMM ve halkın demokratik iradesi ile çözümün aranması ve bu konuda alınan inisiyatiflerin kısır politik hesaplar adına iktidarca elinin tersi ile itilmemesi gerekir.

Ancak yine AKP’nin “bildiğim bildik, çaldığım düdük” yaklaşımı karşımızda. Benden önce hiçbir şey yapılmadı ve benim her yaptığım mutlak doğrudur önermesi ile işe başlandığı görülüyor. Çözüm süreci ile ilgili bazı şüpheler de bundan kaynaklanmakta ve üstelik bu süreçte masadakilerin yetki ve yetkinlikleri de tartışmalı. Öcalan doğrudan muhatap alınırken BDP’nin dışlanması başlı başına bir sorundur. Üstelik ülkenin Anayasal düzeni ve halkın geleceğinde böylesine hayati önemi haiz bir sorunun çözüm sürecinde TBMM’nin iradesinin fiilen dışlandığı görülüyor.

Başbakan Erdoğan, “İmralı” görüşmelerinde siyasi sorumluluğu üstlenmediği gibi görüşmelerin” Devlet” adına yapıldığını ısrarla vurguluyor. Bu bağlamda MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın İmralı Adasında yaptığı görüşmelerden temel çıkarım; AKP için “Devlet” MİT… Ancak MİT Müsteşarının masadaki yetkisi hem yasal hem de politik olarak tartışmalıdır.

Hani AKP “Güvenlikçi Politikaları” terk etmişti. Üstelik “Güvenlikçi Politikaların” en önemli kurumu olan MİT’in, Kürt sorununun “Barışçıl” araçlarla çözümünde görüşme masasında ne işi var diye sorulmaz mı? Sadece bu nedenle mevcut konjonktürde MİT bu iş için düşünülecek son kurum olmalıydı. Ayrıca “MİT Krizinde Gözden Kaçan”[1] başlıklı yazımda daha önce de dikkat çektiğim gibi 2937sayılı  MİT kanununa[2] göre Sayın Hakan Fidan’ın İmralı masasındaki yasal yetkileri de tartışmalıdır. Çünkü MİT kanununun 4'üncü maddesine göre MİT’in temel görevleri; milli güvenlik istihbaratını Devlet çapında oluşturmak, yasada belirlenmiş ilgili makam ve gerekli kuruluşlara ulaştırmak, istihbarat istek ve ihtiyaçlarını karşılamak ve istihbarata karşı koymaktır. Ve bu görevler dışında görev verilemez. MİT Devletin güvenliği ile ilgili istihbarat hizmetlerinden başka hizmet istikametlerine yöneltilemez.” Yasaları bir kenara bırakıp çözüm için yetkisi tartışmalı Ajanları(temsilcileri) yetkili kılmak kategorik bir “Ulusçuluk” ve “Statükoculuk” adına değil aksine çağdaş demokrasi ve hukukun üstünlüğü adına kabul edilmesi güçtür. Çünkü Çağdaş demokrasinin olmazsa olmazı hukukun üstünlüğü ve devlet çarkının yasalar çerçevesinde işletilmesidir. Hiçbir hal ve şartta yasalarda yer almayan bir yetkinin hiçbir kişi, grup ve makam tarafından kullanılması düşünülemez. O halde Sayın Hakan Fidan, İstihbarat ve İstihbarata karşı koyma görevleri dışında kalan bu müzakerelerde hangi yasal çerçevede, hangi yetkiyle ve nasıl bir görev üstlenmiştir.

Diğer bir yanlış ise görüşmelerinin temelini PKK’nın silah bırakmasının oluşturmasıdır. Çünkü yola çıkarken PKK’nın silah bırakması üzerinden işe başlayıp “Kervan yolda düzülür” diyerek varış noktanızı da suyun akışına bırakırsanız “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmayı” da hesaba katmak gerekir. “İmralı” görüşmeleri gündemde dahi yokken “PKK Silah Bırakır mı?”[3] sorusunu irdelerken vurguladığım gibi; çözüm için PKK’nın silah bırakmasını umut etmek veya şart koşmak, bırakın çıkmaz sokağa girmeyi, dipsiz bir kuyuya intihar atlayışından başka bir şey değildir.

Nedeni çok basit; terörün temel kaynağı umutsuzluk olduğu gibi, hiçbir terör örgütü de başarı umudunu yitirmeden silah bırakmaz. PKK’nın elindeki silah sadece Türkiye’deki taleplerinin değil Ortadoğu’da şekillenen Kürt coğrafyasında muhatap alınma mücadelesinin vazgeçilmez bir aracıdır. PKK 30 yıllık silahlı mücadelesinde Ortadoğu’da varlığını garantiye alacak her türlü fırsatı kullanmıştır ve kullanacaktır. Mücadelesinin ağırlık merkezi Türkiye olsa da silahlı mücadeleyi Irak-Suriye-İran üçgeninde bir jeo-stratejiye dayandırmıştır.  Üstelik Ortadoğu’da silahın gücünü ve en ikna edici müzakere aracı olduğunu da çok iyi bilmektedir. 

Bu nedenle PKK’nın silah bırakması veya tasfiye edilmesinin, Kürt sorununda çözüm sürecinin başlangıcı için bir temel şart olmadığı ve aksine PKK’nın silah bırakmasının ulusal demokratik mutabakatın getireceği bir çözümün doğal sonucu olacağı er ya da geç görülecektir. Bu gibi sonu belirsiz ve tartışmalı süreçlerde atılan yanlış adımlar “Ulusal demokratik mutabakat” umutlarını da soldurabilir.

Üstelik bu süreçte asıl muhatap alınan Öcalan'ın sözleri veya emirlerinin PKK’yı ne denli bağladığı da şüphelidir. Çünkü artık Ortadoğu Öcalan’ın 1999’da bıraktığı Ortadoğu, PKK da 1999’da bıraktığı PKK’sı değildir. Ortadoğu’da Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi tünelin ucundaki silik bir ışık iken bugün adı konmamış bir Kürt Devleti bütün kurumları ile Irak’ın Kuzeyindedir ve Türkiye ile adeta stratejik ortaklık içindedir. İlginç olan bu ortaklık çift yönlüdür.  Bir yüzünden bakarsanız Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile AKP arasında gelişen ve güçlenen petrole dayanan ekonomik ortaklığını ve diğer yüzünü çevirirseniz BDP’nin siyasi kıblesi Erbil’i görmek mümkündür. İşte bu ikili ve çift taraflı ortaklığın oluşmasında PKK’nın fiili payı vardır. PKK’nın bu ortaklıklardan kurucu ortaklı payını almadan bir kenara çekilmesini beklemek en azından politik naiflik olur. Bu nedenle de PKK Ortadoğu’da Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi içindeki konumunu garantiye almadan silah bırakmaz, bırakanlar olsa da yeni aktörlerle silahlı mücadele güç kazanarak devam eder.

Diğer taraftan borsacı deyimi ile “İslamofobi”nin tavan yaptığı Batı’da önceliği El-Kaide ve türevleri alınca uyuşturucu ve insan kaçakçılığı trafiğinde PKK rakipsiz kalmış ve hareket alanı genişlemiştir. Milyarlarca Euro’luk uyuşturucu ve silah kaçakçılığının yönetildiği bir coğrafyada Afganistan'dan başlayıp Avrupa metropollerine uzanan zincirin en sağlam ve güçlü halkası konumuna yükselmiştir. Elindeki bu ranta değecek somut kazanımlar hayata geçmeden nasıl silah bıraktırılacak ve PKK tasfiye edilecek umutla bekleyip göreceğiz...

Diğer bir risk ise “İmralı” süreci arifesinde Adalet Bakanın verdiği demeçle ortaya çıkmıştır. "Özü itibariyle savaşan unsurların silah bırakarak ülkesine gelmesi, adalete teslim olması bizim de nihayetinde varmak istediğimiz noktadır.”[4]  İmralı’da masadaki proje Öcalan’ın başında bulunduğu PKK’nın “savaşan unsurlarının silah bırakarak ülkesine gelmesi, adalete teslim olması nihayetinde varılmak istenen nokta” ise işte tam burada duralım ve derin derin bir daha düşünülelim. Çünkü bu PKK’nın savaşan taraf olarak görülmesidir ve Türkiye’nin kendi iç sorununu uluslararası hukuka ve uluslararası aktörlerin iradesine açmasına neden olabilir. Cenevre Savaş Hukuku Sözleşmesinin devreye girmesi ve iç hukukun fiilen askıya alınması noktasına da istemeden varılabilir. İşte dimyata pirince giderken evdeki bulgurda olmak buna demezler mi?

Çünkü savaşan unsurlar (Taraflar) Savaş Hukukuna tabidir. Bunun ilk denemesi aslında Habur’da yapılmıştı. Hatırlayalım Habur'dan giriş yapan  PKK'lılar Kandilden Emir komuta içinde geldiklerini PKK "üniformaları" içinde açıklamışlardı. İşte bunun  nedeni Adalet Bakanı’nın sözlerinden sonra daha büyük anlam kazanıyor. Çünkü savaşan taraf olarak kabul edilebilmeleri için temel şartlar; 

·         Tanınmalarını sağlayacak en azından bir işaret veya kıyafet taşımaları,
·         Bir emir komuta içinde hareket etmeleri,
·         Silahlarını açıkta taşımaları (BDP-PKK kucaklaşması fotoğrafları en somut kanıt)
 
Geriye “Askerî hareketlerinde harp kanun ve âdetlerine” uymaları kalmaktadır. Gereken şartlar hazır olduğuna göre konjonktürün el verdiği bir ortamda BM de arabulucu olarak masada olabilir mi? diyor Sayın Adalet Bakanı...
 
Sonraki adımda ise “Genel Af”a dahi gerek kalmaz; uluslararası bir anlaşma ile silah bırakma gerçekleşir. AKP bu işin içinden siyasetten  sıyrılabilir mi? Bilinmez. Sıyrılsa da 2023 hedeflerindeki Türkiye’nin bambaşka Türkiye olacağını söylemek için kâin olmaya ne hacet...
 
Sonuç olarak süreç bütün bu olumsuzluklara rağmen başarıya ulaşırsa kazanan gençlerimizin barış içinde gönençli gelecek umutları olacaktır. Demokrasisi ve ekonomisi başta olmak üzere Türkiye, ayağındaki prangadan kurtulacaktır. Ancak, en ufak bir yol kazasının bile maliyeti çok yüksektir. Artık Türkiye Cumhuriyetinin muhatabı özgürlük ve eşit vatandaş temelinde Kürt halkı değil silahlı terör örgütü PKK ve temsilcileridir. PKK için ise sonuç ne olursa olsun stratejik bir kazanımdır. Oslo'da olduğu gibi şimdi de İmralı'da masadan kalkmak zorunda kalınırsa PKK tırmandıracağı eylemlerini, müteakip müzakereye daha güçlü oturması için en sağlam ve güvenilir araç olarak görecektir.
 
Ali ER
Hits: 3323