Endişe

~ 31.01.2011, Bülent FORTA ~

Son zamanlarda “endişe” kavramı siyasetin temel ön eklerinden biri haline geldi. Önce Binnaz Toprak biraz da AKP iktidarının şeriatı getirmek gibi gizli bir gündemi olduğuna inanlardan kendini ayırmak için “endişeli modern” kavramını ortaya attı. Şeriat kavramı Cumhuriyet kurulduğundan beri rejimin kırmızı çizgilerinden biri olarak kurgulanmıştı. Cumhuriyet ideolojisinin “irticai faaliyetler” olarak tanımladığı alan; dönemsel olarak askeri darbelerin ya da otoriter kısıtlamaların gerekçelerinden biri olarak gösterildi. Her baskı döneminde gerekçe olarak ileri sürülen “bölücüler” ve “komünistler”le kıyaslandığında çok daha az baskı görseler de “irticai faaliyetler” suçlamasına muhatap olanlar rejimin “korku siyaseti”nin bir parçası olarak sunuldular.

AKP’nin rejimin temel ideolojisi açısından ağırlıklı olarak “irtica” tanımı içinde yer alan bir kadro tarafından kurulmuş olması nedeniyle iktidara geldiği ilk günden itibaren “şeriat” getireceği korkusu siyasetin en temel konularından biri oldu. Bu gerilim üzerinden siyaset yapan eski CHP lideri Baykal, Ordu ve yüksek bürokrasi ile AKP arasında süren “iktidar kavgası” Türkiye’nin neredeyse on yılına damgasını vurdu.

Oysa AKP uyguladığı ekonomik, sosyal ve siyasal politikalarla esas olarak Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenmesinde bir “taşıyıcı” rolü üstlendi. Ekonomide Kemal Derviş tarafından çizilmiş neo-liberal çerçeveye sadık kaldı, sosyal politikalar açısından “sosyal devlet” kavramını tasfiye ederek yerine “yardım devlet”i kavramını ikame etti. Dış politikada da “eksen kayması” tartışmalarına karşın esas olarak dünya sistemi içinde kendine yer arayan bir strateji izledi.

Sınıfsal tercihleri açısından ise bütün bir iktidarı boyunca sermaye yanlısı bir tutum takındı. Yeni bir sermaye sınıfının ortaya çıkması için doğrudan bir iktidar gücü kullanmasının yanısıra eski sermaye sınıfıyla bağlarını hiç kopartmadı. Dünya konjonktürünün de etkisiyle bir bütün olarak büyük sermaye kesimlerinin “altın çağı” AKP iktidarında yaşandı.

Kürt açılımı, alevi açılımı, roman açılımı gibi önerileri de esas olarak küresel kapitalizmin idari ve kültürel yönelimine uygun politikalar olarak formüle edildi. Eski rejimim “ulus devlet” çerçevesinin yeni koşullarda sürdürülemez oluşu AKP’nin bu politikalarının “değişimci” olarak algılanmasının en temel nedeniydi.

Liberallerle AKP arasındaki “düşünsel ittifakın” kurulduğu alan da tam bu noktada oluştu. Eski rejimle hesaplaşmak için “entelektüel” desteğe ihtiyacı olan AKP bu desteği bazı sosyalist parti ya da akımlardan ve liberal entelektüeller arasından devşirdi. Yeni bir sermaye bloğu kurulurken gereksinim duyduğu ideolojik üstünlüğün sağlanmasında liberaller önemli bir rol oynadılar.

Çeşitli darbe planlarının ardı arkasına ortaya çıkması, TBMM’de alınan kararların yüksek yargı eliyle zorlama bir biçimde iptal edilmesi, türban yasağı gibi sürdürülmesi imkânsız yasaklarda ısrar edilmesi, havada uçuşan muhtıralar ve açıklamalar sonuçta eski rejimi sürdürmek isteyenlerin en azından “ideolojik” yenilgisi ve güç kaybetmesiyle sonuçlandı.

Liberal cephede 12 Eylül referandumu sonucunda “ileri demokrasiye” geçme sevinci yaşanırken ufuktan AKP’nin muhafazakâr yüzünün doğuşunu izledik. Açıklamalar ardı ardına gelmeye başladı. Önce “ucube” tartışması, ardından “hayat içki ve seksten ibaret değildir” açıklaması, içki yönetmeliği, aksırma-tıksırma dışlaması; yumurta eylemleri karşısındaki tutum, Ahmet Altan’ın mahkemeye verilmesi, Muhteşem Yüzyıl adlı diziye ilişkin yapılan açıklamalar vb.

Diğer yandan ele geçirilen YÖK’ü koruma ısrarları, yüksek yargının denetim altına alınması hamleleri ve en sonunda yasaların çok daha hızlı geçmesi gerekçesiyle “iki partili sistem” hayali adına pek de “ileri demokrasi” diyemeyeceğimiz yeni bir rejimin ayak sesleri olarak ortaya çıktı.
Şimdi yeni bir kavram daha oluştu diyebiliriz: “endişeli liberaller”. AKP’nin içine girdiği yönelim “modernler”i olduğu kadar, “liberalleri” de endişelendirmeye başladı. Sorunun salt bir “üslup” sorunu olmadığı; “muhafazakârların” demokrasi algısının hiç de öyle sunulduğu ya da sanıldığı gibi “değişim”in motoru olacak bir derinliğe sahip olmadığı giderek açığa çıkıyor.

Bırakın kurumsal yapılarda reform iradesini, bireysel hak ve özgülüklerin kullanılması noktasında bile “muhafazakâr” bakış açısının demokrasiyle uzlaşmasında derin bir açı farkı var. Üstelik Türkiye’de İslamcılık geleneğinin otoriter ve milliyetçi genetiği düşünüldüğünde vay haline değişimin, vay haline demokrasinin!

“Biz iyi yaptıklarını destekledik, kötü yaparlarsa eleştiririz” türünden bir savunmanın da geçerli hiç bir yanı yok. Sorun bu türden bir seçmecilikle yaklaşılamayacak derinlikte. Liberaller ve bazı sosyalist akımlar toplumsal düzlemde onu “değişimcilik” olarak sunarak muhafazakâr bir ideolojinin hegemonya kurmasının “günahını” taşıyorlar. Ortaya çıkan sonuçları eleştirerek bu “günahtan” kurtulmamaları mümkün değil.

Seçkincileri büyük bir “edebi üslupla” yerden yere vuranların şimdi “entelektüellerin dili/halkın dili” ikilemiyle eleştirilmeleri tarihin garip bir cilvesi olsa gerek. Gel de Lenin’i anımsama “Tarih bazen cilve yapabilir, ama bu tarihi yorumlama görevini üstlenenlerin düşünce cilvelerini mazur gösteremez.”

Eski rejimle, askeri darbe girişimleriyle hesaplaşmanın AKP dışında yollarını arayan sadece rejime değil mevcut düzene karşı da muhalefet etmenin küçük de olsa adımlarını atan bu ülkenin gencecik insanlarına, sosyalistlerine durmaksızın ettikleri hakaretlerin, küfürlerin günahı da gün geçtikçe vicdanlarında yapışıp kalacak. Sesini AKP’nin sesine katanlar unutmasın ki; “sesini kaybedenlerin bir şarkısı olmaz”.

(Birgün 30.01.2011)

Bülent FORTA | Tüm Yazıları
Hits: 1711