Bir 26 Ağustos daha: Malazgirt'ten Kocatepe'ye

~ 31.08.2012, Yaşar Nuri ÖZTÜRK ~

Müslüman Türklerin Anadolu’ya girişleri bir 26 Ağustos’ta olmuştu. 1071 Malazgirt zaferiyle. Malazgirt’in intikamını alarak Türkleri Anadolu’dan kovmak isteyen haçlı ordularının Kütahya topraklarında imha edilmesiyle Anadolu’nun ikinci kez Türkler adına tarihe tescili de bir 26 Ağustos günü oldu. Bu kez, savaşın adı Büyük Taarruz, kumandanı, Alparslan’ın torunu Mustafa Kemal’di.
 
Velhasıl, mübarek bir gündür bizim için 26 Ağustos…
 
19 Mayıs 1919’da başlayan destanî ‘Kurtuluş’ yürüyüşü, 30 Ağustos 1922 sabahı şu manzara ile sonlanır. Destanın ölümsüz başbuğunun anlatımından izleyelim:
“Muharebe meydanını dolaştığım zaman  ordumuzun kazandığı zaferin azameti ve buna karşılık hasım ordusunun uğradığı felaketin dehşeti beni çok duygulandırdı. Sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, mahfuz, örtülü yerler; bırakılmış toplar, otomobillerle, namütenahi teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrûkat ararlarında, yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhımıza sevk edilen esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu.” (Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, 2/486)
 
Böyle bir sonu hiç kimse hayal bile edemiyordu. Bir kişi hariç: Destanî yürüyüşü yöneten kumandan Mustafa Kemal. O, en iyimserlerin bile ‘acaba!’ dediği günlerde sonucun zafer olacağından öylesine emindir ki, ‘Tekâlif-i Milliye’ (Ulusal yükümlülük) ile halkından ellerinde olan her şeyin yüzde kırkını borç/yardım isterken onlara makbuz vermekte ve makbuza şu taahhüdü yazmaktadır:
“Zaferden sonra ödenmek üzere...”

Mustafa Kemal sözüydü bu. Mustafa Kemal böyle emin konuşuyordu ama ülkenin her yanında, özellikle İstanbul’da ‘zafer’ kelimesine gülenler, “Kazanacağız” tabirinden tiksinenler vardı. O günleri yaşayarak yazmış Falih Rıfkı Atay’ı dinleyelim: “Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal! Sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Dilim, kalemim tutuldu. Yakup Kadri’yi aradım; ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim. Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit, içimizde sevinme gücü bile kalmamıştı. Gönlümüz uzun ve derin bir uykuya dalmış gibiydi.”
“Nemiz varsa, bağımsız bir devlet olmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar olarak dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdan ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcaklığını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. Akşam gazetesinin ilk sayfası için koskoca bir klişe hazırlamıştık: ‘Elhamdülillah, İzmir’e kavuştuk.’ Gazeteyi pencereden atıyorduk. Alan, yüzüne gözüne sürüyordu.
 
DİNCİ ALÇAKLIĞIN 26 AĞUSTOS’TAN RAHATSIZLIĞI

Tarihin kulağına şu ibret verici gerçeği de üflemek zorundayız. Mustafa Kemal’e muhalefeti din-iman yapmış bağımsızlık düşmanı, Dürrîzade ve Damat Ferit torunu, emperyalizm uşağı dinci alçakları nasıl kahrettiğini, Falih Rıfkı’nın yaşanmış şu satırlarından daha iyi hiçbir şey anlatamaz:
“Muhittin Baha bana bir Ankara hikâyesi anlattı. Onlar da sevinçten ne yapacaklarını bilmiyorlarmış. Meclis’te bir aralık ellerini yıkamaya gitmiş. Asık suratlı bir milletvekili görmüş; Mustafa Kemal’in muhaliflerinden biri, şöyle konuşmuş: ‘Ne var sanki? Nasıl olsa İzmir’i bize vereceklerdi. Nesini büyütüp duruyorsunuz.’ Ve namussuzlukların en iğrenciyle eklemiş: ‘Yunanlılardan kurtulduk; bakalım Mustafa Kemal’den nasıl kurtulacağız? Evet, Mustafa Kemal’in muhalifleri ve rakipleri sapsarı idiler. Ah! Bir kurşun, son Yunan kurşunu Mustafa Kemal’in göğsüne saplanamaz mıydı?” (Atay, Çankaya, 338-340)
 
Ben, Mustafa Kemal’e düşmanlığı kuduz bir sadizme dönüştürmüş dinci alçaklığı bu anekdot kadar isabetle tanıtan ikinci bir anlatıma rastlamadım.

(Yurt Gazetesi)

Yaşar Nuri ÖZTÜRK | Tüm Yazıları
Hits: 1486