ULUSAL MÜDÜRÜMÜZ

~ 23.08.2012, Aydın CINGI ~

Bilmem siz de benim gibi mi duyumsuyorsunuz? Benim yüreğim, Tayyip Bey’in ekranda her belirişinde ve oradan her bağırışında sıkışıyor. Hani çalıştığınız iş yerinde, idare amiri gibi her şeye karışan bir genel müdür vardır; her şeyin en doğrusunu hep o bilir. Personelin kıyafetinden çaycının servisine, tuvaletin temizliğine kadar her olgu ve duruma müdahale eder. O işyerinde çalışanlar kendilerini önemsizleşmiş ve aşağılanmış hissederler. Ben şahsen Tayyip Bey’in yönettiği bir Türkiye’de aynen böyle bir ruh durumuna giriyorum.

Yürütme erkinin başındaki kişinin yetki sınırları anayasal yollarla belirlenmiştir. Ne var ki, ülkemizde bu erke sahip kişinin otoriter tavrı ve çevresine saldığı korku, yetkisinin sınırlarını olağanüstü biçimde geniş algılatıyor. Geçen yaz Beyoğlu’nda sokaktaki masaları toplattı. Bu yıl da Santralistanbul’da düzenlenen festivalde içki içilmesini yasakladı. İnsanların yaşam sevincine, kendi saplantıları uğruna musallat olmak nasıl bir anlayıştır? İktidar erkini kullanan kişiler, içinde büyüdükleri tutucu ortamları ve bazı mutlulukları “haram” sayan görüşleri, kendi kısıtlı dünya görüşleri doğrultusunda ülkenin bütününe yaymak zorunda mıdır?
Bedenleri üzerindeki son söz hakkı, uygar dünyada, büyük ölçüde kadınlara aittir. Bir başbakan ne diye “kürtaj” konusuna karışır? Hele hele “sezaryen” gibi teknik bir konuya ne amaçla girer? O, her şeyi herkesten iyi mi bilir? Bir zamanlar kafasını “zina” konusuna da takmıştı. AB “olmaz” deyince vazgeçtiydi. Hangi sabit fikirler kafaların alkole ve kadına/cinselliğe takılmasına yol açıyor? Başbakan, geleceğin Türkiye toplumunu hangi model üzerinden tasarlamak istiyor?
Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneliş ve yönetiminde etkili ve yetkili kişi bir tür “zaptiye nazırı” ve “tek seçici” işlevi mi görmelidir? Çamlıca’da cami yaptırmaya yönelirken ya da Taksim’de yepyeni bir düzenlemeye karar verirken, görüşünü almaya tenezzül buyuracağı yetkili kurullar veya ille de badem bıyıklı olmayan uzmanlar hiç mi yoktur? Hem bu türden “demokratik katılım” gerektiren karar süreçleri ülkemizde niye kurumsallaşamamış; herkesi korkutmuş bir erk sahibi nasıl olup da kendi deyimiyle “astığı astık kestiği kestik” konuma gelerek ülkenin tek karar vericisi olabilmiştir?
Üstelik zat-ı muhteremin buyurdukları, çoklukla anlamlı ve isabetli bile değilken niye sesimiz çıkamıyor? Acaba bu, bir kupanın kazanan kulübe stadın içinde mi yoksa dışında mı verileceği hususunu dahi “müdürden” soran çocuksu ve sorumluluk kaçağı zihniyetimizden mi kaynaklanıyor? Tayyip Bey, dünyanın gözü önünde “olimpiyatları bize Müslüman ülke olduğumuz için mi vermiyorsunuz?” diyor. “Çin bile olimpiyat oyunları düzenlediyse biz de yaparız” buyuruyor. Bir kez ifade, nezaket kurallarını zorluyor; hatta ırkçı tınılar içeriyor. “Çin bile…” ne demek? Çin, Londra Olimpiyatları’nda ABD’den sonra en çok madalya toplamış olan ülke. Ayrıca 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları şimdiye kadar yapılmış en düzenli olimpik organizasyon. Böyle aklına estiği gibi ve de “doğruyu söylediğini sanarak” ileri geri beyanda bulunmak, acaba bir tür “olmadık cesaret(!)”ten mi kaynaklanıyor?
Uludere’de ne oldu; hala bilmiyoruz. Demokrasiden söz eden bir iktidar, 34 vatandaşının yaşamını yitirdiği böyle bir olayda hiçbir açıklama yapmaksızın konumunu koruyabilir miydi? Gelin son üç ayı gözden geçirelim. Mayıs 2012’de, 1300 kadar çocuğumuz okulda kendilerine verilen sütten zehirlendi ve hastanelik oldu. Sorumlular, önceleri “psikolojik” vakalardan dem vurdular. Daha sonra sütün bozuk olduğu ortaya çıktı. Demokratik bir Batı ülkesinde o hükümet mutlaka düşerdi. Burada ise “ülkenin müdürü” oralı olmuyor; etrafa öfke saçıp duruyor. Zaten herhangi bir şey yolunda gitmemişse, suç mutlaka başkasındadır!
Suriye, Haziran’da, uçağımızı düşürüyor. Olayın meydana gelmesine yol açan koşulları hala bilmiyoruz. “Müdür Bey” yine köpürüyor; ancak nedir, ne oldu, nasıl oldu haberimiz yok. Yetmiş küsur milyonun açıklama bekleyen kesimi yine avucunu yalıyor. Milliyetçi tınılı, içi boş bir esip gürleme sürecine tanık oluyoruz; o kadar. Temmuz’da, TOKİ’nin Samsun felaketi geliyor. Genelde özelleştirme meraklısı olan hükümet, nedense(!) yalnızca inşaat sektörünü, -tüm resmi denetim süreçlerini yok ettiği TOKİ eliyle- fiilen devletleştiriyor. O sektör de bu durumda işte! Başka taşkınlarda dere yatağına inşaat yapan vatandaş kabahatliyken, Samsun’daki can kaybı “takdir-i ilahi”! Bir yıllık yağmur bir günde yağmış. Bir olasılıkla “ulema” yağmur duasını abartmıştır.
Ulusal müdür şimdi de terör konusunda yanlış işler yapmakla meşgul. TBMM’nin toplanmasına engel oldu, çünkü CHP’nin önerisi onun için dikkate alınası değil; ya da bu, maazallah CHP’ye oy kaptırma potansiyeli içeren bir siyasal işlem olurdu. Önemli olan, yakın gelecekteki “başkanlık” perspektifinde çoğunluğu elde tutmak, hatta pekiştirmek! Ancak, kendi başına ya da çok derinlikli stratejist bakanıyla birlikte yaptıkları da ülkenin kana bulanması sonucunu getiriyor. Ne var ki, “demir ağlar” şampiyonlarının gözünde, kuşkusuz ki, bu konuda da kabahat muhalefetin! Tek parti dönemi ve çevresinde dolanılıp da henüz bir türlü cepheden saldırılamayan Atatürk dönemi her olumsuzluğun olduğu gibi terörün de sorumlusu olabilir. Bu arada AKP, hep ve her konuda pirüpak! Türk halkının çoğunluğu başımızın nasıl bir dertte olduğunun farkında mı acaba?
Bu arada, “demokratik koşullarda” iktidarı sarsma hatta düşürme potansiyeli taşıyan bazı olayları, sondan başlayarak, dikkatlere sunalım. İhalesi yapılıp da bir türlü inşa edilmeyen korunaksız karakollarda dizi dizi genç askerin ölüp gitmesi; AKP milletvekilinin oğluna “saygısızlık” etmiş polislerin apoletleri sökülerek sıraya dizilmeleri; bir tek sınavı doğru yapsa bayram edilesi ÖSYM’nin dürüstlük ve beceri gösterileri; gelecek kuşakların zihin yapısını, dolayısıyla ülkenin geleceğini belirleyecek olan 4+4+4 sisteminin 24 saat içinde yasalaştırılma ve fiziki engel oluşturularak muhalefete söz hakkı tanınmama rezaleti; Deniz Feneri rezaletinde sanıkların bırakılıp savcıların kovuşturulması; Mavi Marmara ekseninde sürekli laf ebeliği ve üfürme edebiyatı… Ve de “böl ve çoğunluğu yanına alıp yönet” ilkesi uyarınca halkı kutuplaştırmaya yönelik kesintisiz demagoji ve inanç sömürüsü.
Başbakanlık mevkiini bazı eski hesapları görme ve zihninde yıllardır biriktirdiği problemleri kendi meşrebince çözümleme platformu gibi kullanmayacak birikimli ve yetkin bir yürütme erki başkanına ihtiyacımız yok mu? Uygar ve demokratik bir Türkiye için, buyurgan bir müdür ya da despot bir zaptiye nazırı gibi davranmayan sorumlu bir lider yönetiminde ciddi bir iktidar istemiyor muyuz? Öyle ise, muhalefet partimizin artık gerçekten bir iktidar seçeneği oluşturmaya başlaması gerekmiyor mu?
 
Aydın CINGI
Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 2236