Kötünün Hükümranlığı

~ 29.07.2012, Mesut ODMAN ~

Kötü hep olmuştur. Yapılıp edilenin, söylenip yazılanın, niyetin, amacın, bütün bunların öznesi olan insanın sıfatı olarak kötü, hep vardır. Bütün bu anlatılanların bir toplamı, kimileyin bir kimyasal özeti olarak kötülük de hep olmuştur; bundan sonra da olacaktır. Bizim yokülkemizde de olacaktır kuşkusuz. Orada asla söz konusu edilemeyecek olan, kötünün kendisi değil, hükümranlığıdır.

Oysa, bugüne kadarki insan toplumlarının tarihinde, o tarihin en uzun sürmüş dönemlerinde, kötünün hükümranlığından söz etmek mümkündür. Bu hükümranlığın doruklarına ulaştığı dönemleri ise, her boydan ve her soydan kötünün özümsenip cisimleşerek iktidarı ele geçirmesi anlamında, “hüküm süren kötülük” olarak anlayıp anlatmak yerinde olur. Tek tek, bireysel olarak kötülerin çoğalıp yaygınlaşmasının çok ötesinde, insanlığın kötü etiketi altında tanıyıp belleğine kaydettiklerinin tümünün içerilip aşılması…

Şimdi, ilk bakışta gerçekçiliğe pek aykırı bir varsayım gibi görünse bile, diyelim, bir ahaliye her şeyin kötüsü, hatta zaman zaman daha titiz karşılaştırmalar yapıldığında, en kötüsü sunulmaktadır. Ne olur sonunda?

Sonunda ne olacağından önce, “ahali” sözcüğü üzerinde durulmalı; çünkü, halk demeyip bu sözcüğü kullanmamızın bir özel anlamı, bir kast-ı mahsusa söz konusu burada. Ahali, bir yere yerleşmiş, orada oturan insan kalabalığı anlamını taşıyor. Halk ise yaratılmış insanlar topluluğu oluyor ve yüce yaratıcıyı akla getirdiği için bir yarı kutsallık diyelim, ya da anlam olarak üstünlük çağrıştırıyor. Dinsel söylemlerin dışına çıkıldığında da bu sözcüğe daha üstün, daha değerli bir anlam yüklenegeldiği ileri sürülebilir ve, özetle, boyun eğmemeye uğraşan, birtakım ortak değerleri üstün tutarak mücadele eden ahalinin halk olmaya doğru evrildiği söylenebilir.

Demincek sorduğumuz soruya dönebiliriz artık.

Her şeyin kötüsü, hatta çoğu kez en kötüsü sunulan ahali, en sonunda, birincisi, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt edemez, ikincisi, iyiyi ve güzeli talep etmez olur. Şöyle de anlatılabilir: Belli uzunlukta bir süre bu tür koşullarda yaşamak zorunda bırakılan bir halk, o koşullardan kurtulma başarısını gösteremediğinde, daha az gelişmişe geriler, ahaliye dönüşür.

Bir de şu durumu göz önüne getirmeye çalışalım: Bir memlekette, bu sözcüğü de az çok modern gerekçelerle çizilmiş sınırlar içinde kalan bir coğrafya anlamında kullanıyoruz, her alanın, her konunun, her işin en başında, en çok sorumluluk ve özellik gerektiren yerlerinde, kural olarak kötüler, sık sık da en kötüler bulunursa, sonunda ne olur? Genel bir eğilim olarak, iyiler, gelişkin niteliklere sahip olanlar, azalmaya başlar ve git gide yok olmaya yüz tutarlar. Şu basit nedenle: İyi ve gelişkin niteliklere sahip olmak, olağanın dışında bir çaba göstermeyi, zahmete girmeyi gerektirirken, yükleyeceği sorumluluk ve sunacağı doygunluk daha fazla olan konumlarda böyleleri bulunmamaktadır, hatta, iyi ve nitelikli olmak, toplumsal sorumluluk ve her anlamda doygunluk sağlayacak konumlarda yer alabilmek bakımından bir engel oluşturmaktadır.

Sadece bu da olmaz, ayrıca, bizimkine benzer ülkelerde ve toplumlarda, bir rastlantı sonucu ve şaşırtıcı bir istisna oluşturarak o tür konumlara gelmiş iyi ve nitelikli kişiler, oralarda kaldıkça, bu özelliklerini yitirirler. Deyiş uygunsa, bir tür “tersine evrim” gerçekleşir.

“Tersine evrim” yakıştırması ile andığım bu duruma ilişkin birkaç örnek verebilirim. Hayatımızda olup bitenlere bakarak birçok örnek bulabiliriz de, benim vereceklerim sadece sayıca az olmakla kalmıyor, aynı zamanda, yaşanmıştan çok yaratılmış örnek deyişine daha uygun düşüyor.

Biri, çok önce, aşağı yukarı dört onyıl kadar olabilir, günlük gazetelerin birinde yayımlanmış bir karikatür. Tuhaf bir durum ama, şimdi bir karikatürü yazarak anlatmaya çalışacağım. Çizeri Bedri Koraman. Gençler bilmeyebilirler bu adı, dolayısıyla, iki söz etmeden geçmeyelim. Resim çizercesine karikatür yapardı Koraman ve çizdiği resimler de fotoğraf gibi olurdu; halkımız resmin öylesini sever ya, o kadar benzetirdi işte! Yarım yamalak hatırladığım bu karikatüründe birkaç tersine evrim durumunu anlatıyordu. Her birinde dört beş karenin yer aldığı dört beş satırdan oluşan karikatür, her satırında bir başka kişiyi ve durumu sergiliyordu. Hâlâ aklımda kalmış olan kareler ise, en büyük ustalık döneminde bile İsmet Paşa’nın damadı olarak tanınmaktan kurtulamamış, gazeteci Metin Toker ile ilgiliydi. İlk karede Darwin’den atamız olduğunu öğrendiğimiz bir maymun resmedilmişti; ötekilerde bu maymunun görünümünde değişiklikler oluyor ve sonuncusunda karşımıza Toker’in kesip vesikalık fotoğraf olarak ihtiyaç duyduğu her yerde kullanabileceği bir görünümü ortaya çıkıyordu. Benim beğenmemin ve bu kadar uzun süre belleğimde yer etmesinin bir, belki birinci nedeninin şu olduğunu itiraf etmeye hazır olduğumu da belirtmeliyim: O sıralar, 141-142 dönemleriydi ve Toker adındaki bu gazeteci sık sık komünist avına çıkarak “kripto komünist” yaftasıyla önüne geleni jurnallemekten çekinmezdi. Gazetede o karikatürü görünce, hatırlıyorum, yüreğimin yağı erimişti.

İkinci tersine evrim örneği için bizim Yalçın Hoca’nın kim bilir ne çok çınlatılan kulaklarını bir de ben çınlatmak durumundayım. Malum, üstad epeyce sivri dillidir, genel olarak örgütleri, ama özellikle de sol camiamızdaki örgütleri yermesi gerektiğinde, orada yer almış bir kişiden söz ederek, dolayısıyla o kişiyi de yergisinden muaf tutmuş olmadan, “Oraya imam bayıldı olarak girdi, patlıcan olarak çıktı.” derdi.

Üçüncüsü de bir fıkra. Biraz yakışıksız kaçacak, farkındayım, ama yazalım bakalım. Umarım, hiç hoşlanmayanlar, “sıcak başına vurmuş”tan daha ağır bir söz etmezler.

Efendim, bizim cumhuriyetimizin hakkında en çok fıkra uydurulmuş başkanlarından biri ile ilgili bir fıkra bu. Çok şükür, son zamanlarda sivilden gelenleri çoğaldı, önümüzdeki dönemde daha da çoğalacak, ama pek münafıkça uydurulmuş bu fıkra, askeriye kanadından gelenlerden biriyle ilgili. Günlerden bir gün, cumhurumuzun bu saygıdeğer başkanı, sanayide ve dahi teknikte pek ileri gitmiş bir memleketi ziyaret ediyormuş. Kendilerini en ileri bir gıda ürünleri fabrikasına götürmüşler. Üretim bandını gezdirirken bir yandan da bilgi veriyorlar, bizimki de altında kalır mı, her ne kadar bilgi aktaran uzmanlara pek anlamlı görünmese de bir yığın soru soruyor. Bu arada, üretim hattını da kısaca betimleyelim ki, okuyanın gözünde manzara iyice belirginleşsin: Canlı canlı sığırlar başlangıç noktasından üretim hattına giriyor güle oynaya, en sonunda lezzetli sosisler dizi dizi dökülüp paketleniyor. İşte öyle muazzam bir teknik! Kim olsa hayran kalır. Bizim başkan da hayran kalmış haliyle. Gezi bitip hattın sonuna vardıklarında, hayranlığını hiç gizlemeyen baş hareketleriyle konuşmuş. Konuşmak da öyle boş konuşmak değil, baştan beri uzmanları terleten kül yutmaz sorguculuk devam ediyor elbet. “Peki, beyler,” demiş, “Çok iyi, çok güzel de, acaba bunun tersini yapmak mümkün olabilir mi?” Bu soru çevirmenler tarafından ev sahibi ülkenin diline aktarılınca, önce, üç beş saniye süren bir sessizlik olmuş, sonra, daha önceki cin fikirli sorulardan bunalmış uzmanların herhalde en densiz olanı cevap vermiş: “Onu sizin muhterem pederiniz başarmış, ekselansları!”

Ne kadar gırgıra vurup hafifletmeye çalışsak da can acıtıcı gerçeği ortadan kaldırmak mümkün olmuyor: Kötülük ve niteliksizlik, hüküm sürüp gittikçe, hükümranlığı altındaki her kişiyi ve onların yarattıklarını düzleme, aynı gerilik düzeyine getirme eğilimindedir. Neyse ki, bu eğilim, mutlak değildir; demem, hem birçok olasılığa bağımlıdır, hem de bir başlangıcı ve bir sonu vardır.

(SolHaber)

Mesut ODMAN | Tüm Yazıları
Hits: 1422