2010 YILININ TOPLUMSAL VE SİYASAL AÇIDAN DEĞERLENDİRMESİ

~ 10.01.2011, Aydın CINGI ~

İnsanlık asla geriye gitmez; orta ve uzun dönemde ileriye doğru hareket eder. Bilim ve teknik alanında her “doğru” bilgi, bir sonraki aşamanın “gerçek doğru” bilgisini üretir; ona dayanak olur. Birikim büyüdükçe büyür, gelişme hızlanır. Esasen son bir yüzyıl içinde at arabasından inip süpersonik uçaklarla binmedik mi? Ortalama yaşam beklentisini 45 yıldan 85’e çıkarmadık mı? Ne var ki ilerleme, sosyal alanda her açıdan doğrusal, sürekli ve sabit bir hızda oluşmaz; toplumların kısa dönemde geriledikleri görülebilir. Sözgelimi Avrupa toplumlarının 1910 ile 2010 yılları arası yüzyılda, sürece bir bütün olarak bakıldığında, örneğin insan hakları ve demokrasi açısından ilerlemiş oldukları kuşkusuzdur. Ne var ki bu toplumların, söz konusu dönemin kapsadığı 1930 ile 1945 yılları arasında bu alanlarda geçici olarak gerilemiş bulundukları da yadsınamaz. Yaşamımızdan eksilen 2010 yılını bu bakış açısıyla değerlendirdiğimizde de bu türden çelişkiler saptamamız kaçınılmazdır.

CHP bu yılı çok hareketli geçirdi. Nisan’da bir komplo sonucunda görevinden ayrılmak zorunda kalan Genel Başkan Baykal’ın yerini Kemal Kılıçdaroğlu aldı. Onu bu konuma kamuoyunun rüzgarı getirdi. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun 18 Aralık Kurultayı’nda Eski Genel Başkan ve Eski Genel Sekreter’in seçtikleri parti örgütü tarafından koşulsuz desteklenmesine yol açan etken de yine bu rüzgardır. CHP, yeni lideri, yenilenen yönetici kadroları ve çağdaş sosyal demokrasi anlayışı ile artık tüm Türkiye sosyal demokratlarının ve demokratlarının beklentilerine odak oluşturuyor.

AKP ve AKP zihniyeti, bu yıl, bildiğimiz rotasında epey kazanım sağladı. Başbakan, İsrail’e, TSK’ya ve “Ergenekon” kod adı altında topladığı karşıtlarına çatarak belirli katmanlar nezdinde prim topladı. AKP, erişilmesi zor bir demagoji becerisi sergileyerek, ülke olarak uğramamıza neden olduğu Mavi Marmara hezimetinden bile karlı çıkmayı başardı. Yine mağduriyet kisvesine bürünerek 12 Eylül’ün gerçek mağdurlarının acısını sömürdü ve referandumdan net bir skorla “evet” çıkardı. Ağustos YAŞ krizi dolayısıyla TSK’ya karşı verdiği mücadelede, Eylül’de referandum sonrası yargıyı yürütmeye bağlama yolunda ve “türban”ı oldubittiye getirerek üniversiteye sokmakta –hem de diğer eğitim kurumlarındaki türban yasağına ilişkin herhangi bir taahhüde girmeyi de reddederek- ciddi mesafeler aldı.

Ekonomik göstergeler bu yıl, makro düzeyde ve kağıt üzerinde, olumlu bir seyir izledi. Ne var ki işsiz yine işsiz, aç yine aç kaldı; zengin daha zengin, yandaş ise çok çok zengin oldu. Kürt açılımı Habur’da kapandı; ama esas açılım yolsuzluk ve talan düzeninde yaşandı. Deniz Feneri sumen altı uykusunu 2010’da da sürdürdü, yandaş ve tarikatçı takımının kollanıp kayırılma kapsama alanı KPSS’ye kadar genişletildi. AKP yöneticileri o kadar fütursuz davranabildiler ki, açıktan açığa baskı altına aldıkları basından önemli muhalif kalemleri saf dışı bıraktılar; Hanefi Avcı’yı işlerine gelmeyen açıklamalar içeren bir kitap yazar yazmaz içeri attılar. Kendileriyle zıtlaşanların ve akçalı işlemleriyle fazla yakından ilgilenenlerin Silivri’de yaratılmış bulunan “AKP Guantanamosu”na yollandığını açıkça ilan ettiler. Bu arada da, ülkenin kronikleşmiş “Kürt, Ermeni ve Kıbrıs” sorunları yerinde saydı. Kürt sorunu, yaşamsal ve mutlaka çözüme bağlanması gereken bir sorun olarak algılanmaktan uzak kaldı. Çözüm arayışı, partilerin seçim şansına yapacağı olumlu ya da olumsuz etkilere endekslendi.

Demokrasi-yumurta ikilisi, 2010’da, ülkenin demokratikleşme süreci bağlamında birbirinden ayrılmaz birer simge konumuna geldi. Nisan ayında, Baykal’a Van’da AKP’lilerce atılan yumurtalar daha sonra Mülkiye’de öğrenciler tarafından iktidar temsilcisine nişanlandı. Emekçi 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını on yıllardır talep ediyordu. Söz konusu talep bu yıl yerine getirildi. İktidarın aktifine düşülmesi gereken bu notun yanısıra, 2010 yılı, öğrencilerin “orantısız” demokratik tepkilerine karşı polisin “ölçülü” dayağı, biber gazı ve ileri demokrasi temsilcileri tarafından sırtının sıvazlanması ile noktalanmakta.

Dış politikada, Davos’ta “one minute” ile başlayıp İsrail’in Ocak’ta Türkiye Büyükelçisi’ni aşağılamasıyla bu yıl devam eden süreç, Mayıs’ta Mavi Marmara olayı ve Başbakan’ın sürüp giden İsrail karşıtı söylemiyle yol aldı. İran’a yaptırım öngören karar tasarısına BM Genel Kurulu’nda red oyu veren Türkiye, bu süreçte, Batı’nın “neo-Osmanlıcılık” ve eksen kayması kuşkularını besleyen bir diplomatik söylem kullandı. Ne var ki, son NATO Zirvesi’nde Türkiye topraklarında füze kalkanı projesi ister istemez kabul edildi. Özetle Türkiye, 31 Aralık 2010 günü, 1 Ocak 2010 gününe oranla daha az Avrupalı daha çok Ortadoğulu bir ülkedir.

Avrupa, bu yıl İrlanda, Yunanistan ve “Avro krizi” diye anılan ekonomik bunalımların pençesinde kıvrandı. Portekiz ve İspanya’ya da yayılma tehdidi karşısında Almanya ve uluslararası finans kuruluşları cebe davrandılar. Yıl biterken AB’nin ve Avro bölgesinin geleceği belirsiz görünüyor. Öte yandan, her yıl olduğu gibi bu yıl da Kasım’da çıkan İlerleme Raporu’nun, eski yıllara oranla, daha eleştirel olduğu saptandı. Yine de AB’nin, son referandumun getirdiği yargıya ilişkin bazı düzenlemeleri olumsuz görmemekte ısrarlı olduğu göze çarptı. Gül’ün yargı organlarına ve üniversitelere yaptığı atamalara ilişkin kaygılar belirtildi; ancak AB’ye “bekleyip görelim” havası egemen oldu. Aslında, genel olarak, Batı’da artık AKP’ye dönük havanın değişmekte olduğu bir gerçektir. Eski ABD Büyükelçisi Edelman’a göre, dış çevreler artık AKP’yi şımartmaktan vazgeçmelidir. AKP’nin uluslararası düzlemdeki kredi kaybı, CHP’nin bu çevrelerce inandırıcı bir iktidar seçeneği olarak algılanabilmesi oranında hızlanacaktır.

ABD’de bu yıl yapılan Temsilciler Meclisi ve Senato kısmi yenileme seçimlerinde Demokratlar ağır bir yenilgiye uğrayarak çoğunluğu Cumhuriyetçilere kaptırdılar. Bu sonuç, kuşkusuz ki, Obama için de kişisel bir yenilgidir. Ancak, büyük umutlarla iş başına gelen başkanların ilk yıllarda uğradıkları aşınma etkisi de kendileri hakkında beslenmiş umutlarla doğru orantılı oluyor. Dolayısıyla, önünde daha iki yılı bulunan Obama yeniden seçilme şansını korumaktadır. Bu arada, Kasım sonunda ortaya çıkan Wikileaks belgeleri karşısında AKP, her zaman yaptığı gibi, işi yine pişkinliğe vurdu. Gerçi ABD, dış politika kararlarının, sızdırılan belgeler ışığında değil Başkan ve Dışişleri tarafından alındığını öne sürdü. Ne var ki, yazışmalara konu olmuş ve belgeye dönüşmüş sözler izlerini mutlaka bırakacaktır. Bu bağlamda, diplomasi dünyasının da, aldığı bu darbeden sonra çalışma yöntemlerini değiştireceği kesindir.

 

Dünya düzeninin farklılaşma süreci 2010’da ivme kazandı. 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği çift kutuplu dünya düzeni, 1990’lardan bu yana, ABD’nin güdümünde tek kutuplu bir dünya düzenine dönüşmüştü. Eski yoksul Üçüncü Dünya ülkelerinden olup gezegen nüfusunun neredeyse yarısını barındıran Çin ve Hindistan’ın kaydettikleri hızlı gelişme günümüz dünya düzenini değiştirmekte. Brezilya ve Rusya gibi iki büyük ülkenin de katılımıyla BRIC diye nitelenen bu grup, hele bir tür ekonomik uçuşa geçmiş olan Çin, artık bu düzende yeni söz sahipleri. Bu yeni olgu, 2010 içinde düzenlenmiş birçok uluslararası toplantıda ve ikili ilişkiler çerçevesinde tescil edilmiş oldu.

 

Sosyal demokrasi, bilindiği üzere toplamda, 1970’li yıllardan bu yana her on yıl boyu bir önceki on yıldan daha düşük oy almakta. 2000’li yıllar da bu “kuralı” bozmadı. Sosyal demokrat partiler, Avrupa’da, 2001-2010 arasında 1991-2000 arasında olduğundan daha az seçim başarısı elde ettiler. Geçen yıl içinde, İngiltere’de üç dönemdir süren İşçi Partisi iktidarı yerini Cameron önderliğindeki Muhafazakar iktidara bıraktı. Öte yandan, 2010’da yapılan seçimlerde, köklü Kuzey sosyal demokrasilerinin düşüşü ve seçmenin sağa kayışı gözlemlendi. Refah Devleti kavramının yaratıcısı İsveç İşçi Partisi iktidardan yine uzak kaldı. Sol, Hollanda’da da kayba uğradı. Bu iki ülkede, hele Hollanda’da uç sağ, yabancı ve İslam düşmanlığı söylemiyle önemli seçim başarıları kazandı. Fransa’da Ulusal Cephe, Müslüman göçmenlere karşı adeta bir seferberlik ilan etti. Yoğun işsizliğin ve dış göçlerle beslenen ucuz emek arzının bulunduğu ülkelerde yabancı düşmanlığının boy vermesi kaçınılmaz oluyor. Solun ve sosyal demokrat partilerin sahip çıkamadığı vasıfsız işçilerin ve işsizlerin Avrupa’da uç sağa yönelmekte oluşları alarm vericidir.

Doğal afet açısından 2010, kendinden önceki yıllar gibi, kendi yükünü getirdi. Yüz binlerce can kaybına mal olan Ocak Haiti depremi; Mart’ta İzlanda’da yanardağın savurduğu küllerin hava trafiğini durdurması; Nisan’da Meksika Körfezi’nde bir açık deniz platformunda meydana gelip tüm körfezi kirlenme tehdidiyle karşı karşıya bırakan petrol sızıntısı; Ağustos’ta kitleleri canından eden ve evsiz bırakan Pakistan sel felaketi bunların hemen akla geliveren bazıları. Bu afetlerin bir kesimi, insanın doymak bilmez tüketim ihtirasının çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin sonuçlarıdır. Yüksek büyüme heveslerinden vazgeçmemekte direnen ülkelerin, bu felaketler karşısında, “sürdürülebilirlik” konusuna eğilmeleri beklenmelidir. Bütün bu olumsuzluklar bir yana, insanın “insan olduğu için” kıvanç duymasına yol açan gelişme, Şili’de mahsur kalan madencilerin kurtarılma operasyonudur.

2010 yılı, bu olgular ışığında, tek sözcükle “olumlu” ya da olumsuz” olarak nitelenebilir mi? Bu yargıyı okura bırakmakla birlikte, aslında dünya toplumlarının, 2010’da bir bütün olarak, geriye gitmediği öne sürülebilir. Bu yazı çerçevesinde yalnızca sosyal, siyasal ve ekonomik oluşumlar ele alındı. Ama yıl boyunca pek çok yeni teknolojik buluş gerçekleştirildi. Bilim daha ileri gitti; daha çok ve daha nitelikli kültür ve sanat ürünleri yaratıldı. Türkiye ise, 2010 boyu “ileri demokrasi” diye diye bir AKP cenderesine sokuldu; demokratikleşme süreci geriletildi ve ülke talana uğradı. Ancak bu arada, CHP ufukta bir umut olarak belirdi. Kuşkusuz ki, 2020 yılında geriye baktığımızda, demokratikleşme sürecimizin 2010’da uğradığı kesintinin geçici bir gerileme oluşturmuş olduğunu saptayacağız.

Yazarın bu yazısı Sosyal Demokrat Aylık Siyasi Dergi’nin 1 no.lu Ocak 2011 sayısından alıntılanmıştır.

Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 4996