Çok çocuk, kürtaj ve sezaryen bir büyük düşüncenin sonucu mu?

~ 03.06.2012, Bülent SOYLAN ~

Bu köşedeki yazılarımızı izleyenler bilirler.
Asıl olarak ekonomi, yerel yönetim, yolsuzluklar ve siyaset alanında diye tanımlanabilecek konuları işlemeye çalışırız.
Okunur mu?
Meraklısı okur tabii.
Daha fazlası?
Daha fazlasının okuyabilmesi için yapılacak iş herhalde insanlarımızın daha çok kişinin ilgilendiği konuları yani onların okumak istedikleri şeyleri yazmak olmalıdır.

Bu günlerde insanların en çok ilgilendikleri konu “kürtaj” ve “sezaryen”.
Durumu epeyce sıkıntılı olan iktidar “değişiklik olsun diye” bu konuya sarılınca yandaş medyamız da durumdan gereken “vazife”yi çıkardı ve aslında bilim insanlarının tartışıp değerlendirmesi icabeden, hiçbir zaman mahalle kahvelerindeki muhabbete kadar her yerde masaya yatırılmaması gereken bu konu hem ayağa düştü hem de asıl tartışılması gereken pek çok önemli konunun önüne geçirildi.

Toplumun önemli kesimi işi gücü bıraktı, şimdi siyaset sosuna bandırılarak ortaya atılmış bu konuyu tartışıyor.
İşin enteresan tarafı, konu gündeme oturunca “Yahu bu konu maksatlıdır, bu iş yanlıştır, her yerde ve her aklına gelenle tartışılamaz” demek zorunda olanlar bile, en azından sırf bu yanlışlığı anlatabilmek için tartışmaya girmek zorunda kaldılar.
Hani örneğin” sessizlik” isteyen birinin önce kuvvetli bir biçimde “susun yahu” demek zorunda kalması gibi bir şey.
Dolayısıyla işe ucundan biz de bulaşıp yazımızın konusunu buradan seçtik.

***
Malum, devletimizin adındaki iki kelimeden birincisi “Türkiye” ise ikincisi “Cumhuriyet”.
Görüldüğü gibi bu tanım - bırakın anayasayı bir yana- taa devletin adına girmiştir.
İmparatorluk, krallık, sultanlık ya da padişahlık gibi “Cumhuriyet ” de toplumun yönetilmesi konusunda geliştirilmiş bir rejimdir..

Bilirsiniz, “rejim” de “düzen”in fransızcasıdır.
Peki, nasıl bir rejim ya da düzen?
“Cumhuriyet düzeni, Cumhurbaşkanından başlar ve sade vatandaşına kadar herkese bir yetki ve sorumluluk verir.
En tepedeki Cumhurbaşkanı devlet adına konuşur, yetki kullanır; en alt kademedeki sade vatandaş ise kendi düşüncesine göre vereceği oyu ile bu cumhuriyet yapısının ete kemiğe bürünmesini, şekillenmesini sağlar.
Bunun bir yönetim modeli olarak, üstelik zamanın en ileri modeli olarak kabul görmesini sağlayan başlıca niteliği de şüphesiz bu işleyişte her kademenin alt ve üst kademelerle olan ilişkilerinin olabildiğince dengeli kurulmuş ve işletiliyor olmasıdır.

Bu model içinde örneğin başbakanlar da belirli konularda görev yapmak ve o konunun sorumluluğunu taşımak üzere “bakan”larını seçer, sonra da onları kontrol ve koordine ederler yani eşgüdüm içinde çalışmalarını sağlarlar.
Gerekirse, yani bakması gereken işe “bakan” değil “bakmayan” ya da “bakamayan” olup beceremeyeni de değiştirirler.
Ama hiçbir zaman onun yerine “bakan” kişi olmazlar.
***
Toplum yönetiminde, insanların karınlarının nasıl doyacağını düşünmek kadar sağlığını düşünmek de önem taşıdığından sırf bu işlere bakmak üzere bir “bakan”lık kurulmuştur.
Dolayısıyla toplumun sağlık konusundaki ihtiyaçlarını izlemek, izlenen politikaların doğru ve yanlış taraflarını irdeleyerek yeni politikalar oluşturmak konusu, özellikle bu bakanlığın görev ve yetki alanına girer.
“Bakan”lık da bu işi hakkıyla yerine getirebilmek için çeşitli alt birimler kurar. Buralarda bilim adamlarını görevlendirir, toplumun sağlığı konusunda ciddi bilgiler, istatistikler oluşturulur, dünyadaki gelişmeler izlenir ve bu konularla ilgili tartışmalı toplantılar yapılır; raporlar, projeler hazırlanır.
Bu işleyiş biçimi dolayısıyla, şimdiki konular kamuoyu gündemine geldiğinde insanlar da acaba ne diyor diye öncelikle bu işe “bakan”a bakar.

Bu günkü durumda görülmektedir ki, toplumumuzda pek çok kişi bu konuda işin aslı nedir diye hiç de ilgili “bakan”a bakmamakta, hatta aksine, bu işin “bakan”ı da başkalarına bakmaktadır.
Demek ki; doğrusu şu ya da bu kabul edilebilse de, bu işin tartışması şu anda “model”in normal işleyişinin dışına taşmış, hatta özellikle “taşırılarak” gündeme sokulmak istenmiştir.
Yani “usulde bir yanlışlık peydah olmuştur”
Bir düşünelim bakalım: Olması gereken yerden değil de siyasetin odağından başlatılan ve dolayısıyla tamamen siyasete bulanmış böyle ciddi bir konunun toplum düzeni açısından sağlıklı ve objektif bir sonuca ulaşması mümkün müdür?
Bunun mümkün olmadığı bilinmesine karşın, konunun kendi düzeni içinde tartışılıp öyle ya da böyle bir sonuca bağlanması bu düzenin gereği olmasına karşın şimdi yapılanlar aslında başka sıkıntıların varlığına işaret etmekte değil midir?
Hayır, yine de doğrudan kamuoyunda tartışılması gerekir diyenlere soralım:

- Devletin resmi kurumu TÜİK’in açıkladığı rakamlar, Türkiye’de 12 milyon 97 bin kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığını ortaya koyuyor. Acaba şu kadar aç ana ile bu kadar aç baba “tavsiyeye uyup” ha bire çocuk yapmaya kalktığında bu politikanızla öncelikle “aç çocuk” sayınızı arttırmış olur musunuz olmaz mısınız?
-Sosyal devletin amacı aç çocuk sayısını mı arttırmaktır, öncelikle mevcut aç çocukları doyurmak mıdır?
-Bir ekonomi, karnı tok sırtı pek, iyi yetişmiş insanları ile mi güçlenir yoksa yarı aç yarı tok ama ve iş olsa yaparım diyen insanlarıyla mı?
-Devletimiz şu andaki çocuk nüfusumuzu yeterince eğitmiş, beslemiş, geleceğini garanti altına almış da “ah biraz daha çocuk olsa da elimizdeki eğitim, sağlık, barındırma ve iş imkânları boşa gitmese” derdinde midir? Yoksa özellikle doğu ve güneydoğuda sokaklar aç biilaç çocuk nüfusla mı doludur?
-Acaba 10 milyon işsiz ana baba, tavsiyeye uyup bol bol çocuk yaptığında onlardan kiminin bilet, kiminin su satması, kiminin ayakkabı boyaması ile daha geniş bir gelire mi kavuşacaktır?

Son olarak bir de şunu soralım:
Acaba amaçlanan şey, bu çok ciddi ve ancak bilimsel olarak tartışılması gereken konuyu siyasete bulandırılarak sunulduğu ve yandaş medya tarafından pompalandığı için fark edemeyip “doğru” bulanların, yarı aç yarı tok üçer beşer çoğalıp yarın seçmen olacak iken; buna karşı çıkanların az çocukta direnmesiyle önümüzdeki yıllarda siyasi tabanın “fikren” değil ama “doğum yoluyla” yapısının değiştirilmesi midir?
Malum, büyük devletler planlarını 20, 40, hatta 100 yıllık yaparlarmış.
Bu düşünce de bir “büyük düşünce” ürünü olup oralardan esinlenme midir?
 

Bülent SOYLAN | Tüm Yazıları
Hits: 2170