HAYALİ İHBARCININ GÜCÜ

~ 25.05.2012, Av. İ. Güneş GÜRSELER ~

İhbarcılar, gizli tanıklar, iletişim ve ortam dinlemeleri ile başlatılan soruşturma ve kovuşturmaların hukuka uygunluğu tartışmaları sürerken, “hayali ihbarcı” uygulamasının iki avukat hakkında soruşturma açılmasına sebep olması, “Her ihbar değerlendirilmelidir” anlayışının sadece özel yetkili ağır ceza mahkemelerinde değil, tüm uygulamadaki etkinliğini ortaya koymaktadır.

 
Hayali ihbarcının beyanına dayanılarak iki avukat hakkında soruşturma açılması olayını şu şekilde özetleyebiliriz:
 
Avukatların sigortasız işçi çalıştırdıkları, silah, içki, sigara ve vergi kaçakçılığı yaptıkları, yargıyı etkileyerek çok sayıda davayı kendilerine yönlendirdikleri gibi soyut suçlamalar içeren ihbar dilekçesi Adalet Bakanlığı’na ve Maliye Bakanlığı’na sunulmuştu. Adalet Bakanlığı suçlamaların avukatlık mesleğinin icrasına yönelik olmaması nedeni ile Avukatlık Kanunu kapsamında işlem yapılmasına gerek olmadığını belirterek, genel hükümlere göre soruşturma açılması için izin verdi. Cumhuriyet Savcılığı ihbarcının beyanının alınması için söz konusu dilekçeyi Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdi ve dilekçedeki isim ve adres hayali olduğu için ihbarcıya ulaşılamadı ve ihbarcının beyanı alınmadı. İhbarcının beyanı alınamamasına rağmen, Cumhuriyet Savcısı meslektaşlarımızı “şüpheli” sıfatıyla ifade vermeleri için çağırdı. Meslektaşlarımız; ihbarcının hayali olup olmadığı doğrulanmadan soruşturma açılması ve şüpheli sıfatıyla ifadelerinin alınmasının yerinde olmadığını, avukat olarak 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun ve 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu kapsamında olmadıklarını, bu kanunlardaki şikâyet ve şikâyetçiye ilişkin hükümler ile soruşturma yöntemlerinin kendilerine uygulanamayacağını öncelikle ihbarcının tespiti ile beyanının alınarak somut iddia ve kanıtlarının sorulması gerektiğini belirterek savunma yapmayacaklarını ve başkaca araştırma yapılmaksızın haklarında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesini talep ettiler. Buna karşılık Cumhuriyet Savcısı araştırma yapmaya devam etti ve mahkemelerden meslektaşlarımızın yürüttüğü dava ve icra takiplerinin listesini istedi. Soruşturma neticesinde Cumhuriyet Savcılığı şu gerekçe ile meslektaşlarımız hakkında kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verdi:
 
“A. B. E. adı yazılı dilekçenin Adalet Bakanlığına ve Maliye Bakanlığına gönderilmiş olduğu, dilekçede belirtilen adreste 25 nolu hanenin olmadığı gibi bu isimde bir şahsın da mahallede kaydının bulunmadığının tespit edildiği,
Dilekçede belirtilen hususlarla ilgili ….. Sulh Ceza, Ağır Ceza ve Asliye Hukuk Mahkemelerinde şüphelilerin takip ettikleri dosya sayılarının sorulduğu, gönderilen cevabî yazılarda dilekçede belirtilen hususların doğru olmadığının görüldüğü, şüphelilerin dilekçede belirtildiği şekilde %10, %20 ve %70 oranında dosyalarının bulunmadığının anlaşıldığı,
Soruşturma dosyasının incelenmesinde A. B. E. adıyla gönderilen dilekçedeki soyut iddialar dışında, şüphelilerin yüklenen suçları işlediğini gösterir, dava açmaya yeter kanıt ve emare bulunmadığı anlaşıldığından…”
 
Yukarıda kısaca aktardığımız olay, ceza yargılamasındaki yanlış uygulamayı ortaya koymaktadır. Bu yanlış anlayışa göre, ihbarcının kimliği belli olsun veya olmasın, ihbar imzalı olsun veya olmasın, her ihbar soruşturulmalıdır, ihbarcı daima haklıdır ve sanık suçsuz olduğunu kanıtlamak zorundadır.
 
Doktrindeki bir görüşe göre ihbarcının kimliği belli olmayabilir:
 
Bu tür suç duyuruları yazılı olabileceği gibi sözlü de olabilir. Duyuruda bulunan ismini verebileceği gibi, bunu gizli tutabilir, hatta başka bir isimle de suçu bildirebilir. Suç duyurusunda şüphelenilen kişinin ismini vermek gerekli değildir, bilinmeyen bir kişi de ihbar edilebilir. Her türlü suç duyurusu üzerinde kovuşturma organlarının harekete geçmesi gerekir. Ancak duyurunun gerek yapılış biçimi ve gerek içeriğinden bunun ciddi olmadığı ilk anda anlaşılabiliyorsa, araştırmaya girişilmeyebilir.” [1]
 
Kanaatimizce, ihbarcının ismen ve cismen varlığının saptanamaması, ihbarın ciddiyetsizliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zira bu durumda ihbarcının bilinen kimliğinin gizlenmesi değil, ihbarcının varlığının tespit edilememesi söz konusudur.
 
İhbarcının kimliğinin belli olmaması, öncelikle 3071 sayılı Dilekçe Hakkının Kullanılmasına Dair Kanun’un   dilekçede bulunması zorunlu olan şartlarını düzenleyen 4. ve incelenemeyecek dilekçeleri belirten 6. maddelerine aykırıdır.
 
Kanunun 4. maddesine göre;
 
“Türkiye Büyük Millet Meclisine veya yetkili makamlara verilen  veya  gönderilen dilekçelerde, dilekçe sahibinin adı-soyadı ve imzası ile iş veya ikametgâh adresinin bulunması gerekir.“
 
6. maddeye göre de;
 
Türkiye Büyük Millet Meclisine veya yetkili makamlara verilen veya gönderilen dilekçelerden;
           a) Belli bir konuyu ihtiva etmeyenler,
           b) Yargı mercilerinin görevine giren konularla ilgili olanlar,
           c) 4 üncü maddede gösterilen şartlardan herhangi birini taşımayanlar,
          incelenemezler.”
 
Bu düzenlemelerde de açıkça belirtildiği gibi, dilekçe sahibinin adı-soyadı ve imzası ile iş veya ikametgâh adresi bulunmayan dilekçeler “incelenemeyecek dilekçeler”dir.
 
4483 sayılı Memurlar Ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun da benzer hükümler içermektedir. Kanunun 17.02.2004 tarih ve 5232 sayılı Kanun ile değiştirilmiş 4. maddesine göre;
 
“Bu Kanuna göre memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikâyetlerin soyut ve genel nitelikte olmaması, ihbar veya şikâyetlerde kişi veya olay belirtilmesi, iddiaların ciddî bulgu ve belgelere dayanması, ihbar veya şikâyet dilekçesinde dilekçe sahibinin doğru ad, soyad ve imzası ile iş veya ikametgâh adresinin bulunması zorunludur.
Üçüncü fıkradaki şartları taşımayan ihbar ve şikâyetler Cumhuriyet Başsavcıları ve izin vermeye yetkili merciler tarafından işleme konulmaz ve durum, ihbar veya şikâyette bulunana bildirilir. Ancak iddiaların, sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle ortaya konulmuş olması halinde ad, soyad ve imza ile iş veya ikametgâh adresinin doğruluğu şartı aranmaz.”
 
Kanunun bu 4. maddesinin son cümlesi ile;
 
iddiaların, sıhhati şüpheye mahal vermeyecek belgelerle ortaya konulmuş olması halinde ad, soyad ve imza ile iş veya ikametgâh adresinin doğruluğu şartı aranmaz.
 
denilmek suretiyle istisnasını getirmiştir.
 
Bu konudaki bir diğer istisna da 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu’nun  17. maddesinde yer almaktadır. 12.12.2003 tarih ve 5020 sayılı Kanun ile değişik 17. maddesine göre;
 
Bu Kanunda ve 18.6.1999 tarihli ve 4389 sayılı Bankalar Kanununda yazılı suçlarla, irtikâp, rüşvet, basit ve nitelikli zimmet, görev sırasında veya görevinden dolayı kaçakçılık, resmî ihale ve alım ve  satımlara fesat karıştırma, Devlet sırlarının açıklanması veya açıklanmasına sebebiyet verme suçlarından veya bu suçlara iştirak etmekten sanık olanlar hakkında 2.12.1999 tarihli ve 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümleri uygulanmaz.
Yukarıdaki fıkra hükmü müsteşarlar, valiler ve kaymakamlar hakkında uygulanamaz.
Görevleri veya sıfatları sebebi ile özel soruşturma ve kovuşturma usulüne tabi olan sanıklarla ilgili kanun hükümleri saklıdır.”
 
Bu madde ile bu kanun kapsamındaki şahısların işledikleri bazı suçlarda 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümlerinin uygulanmayacağı düzenlenmiştir.
 
Görüldüğü gibi kanunlara getirilen istisnalar kurala dönüşmüş ve isimli, isimsiz, imzalı, imzasız, adresli, adressiz, soyut, somut tüm ihbarların işleme konulmasının yolu açılmıştır. Bu uygulamanın yanlışlığı Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) hukuk dünyasına sunmuş olduğu “Yargıda durum analizi toplantıları özeti ve final toplantısı” başlıklı Raporu’nun 33. sayfasının 67. paragrafında “faili meçhul evraklar adliyeye hiç getirilmemeli” şeklinde öneri ile de ortaya konulmuştur.
 
Bu düzenlemelerin vatandaşlar ile bu kanunlar kapsamındaki kamu görevlileri arasında vatandaşlar aleyhine farklılıklar yarattığının da altını çizmek gerekir. Bu kamu görevlileri hakkında soruşturma açılabilmesi yetkili makamın ön iznine bağlı iken olayımızdaki gibi avukat olsa bile sade vatandaşın böyle bir koruması yoktur.[2]
 
İsimsiz, imzasız, adressiz yani asılsız ihbar ile ilgili “koğuşturmaya yer olmadığına dair karar verildikten sonra” , bu ihbarı yapanların araştırılıp hakkında yasal işlem yapılmamakta, ihbar edilenin harekete geçmesini beklemektedir.[3] Bu durumda TCK’nun 267. maddesinde düzenlenen iftira suçu veya TCK’nun 271. maddesinde düzenlenen suç uydurma suçu ihbarcılar bakımından söz konusu olabilir.
 
 
Vergi mevzuatında da isimsiz ihbar konusunda istisna getirilmekte, ayrıca ihbarcı ödüllendirilmektedir. 26.12.1931 tarih ve 1905 sayılı “Menkul ve Gayrimenkul Emval ile Bunların İntifa Haklarının ve Daimi Vergilerin Mektumlarını Haber Verenlere Verilecek İkramiye Hakkında  Kanun”   ve Gelir İdaresi hizmetleriyle ilgili konulara ilişkin ihbar, şikâyet ve müracaat dilekçelerinin işleme tabi tutulması ve ikramiye ödenmesi ile ilgili olarak yayımlanan 22.11.1990 tarih ve 1990/1 sayılı  ve 20.01.2000 tarih ve 2000/1 sayılı İhbarlar İç Genelgelerine göre; adı, soyadı ve imzası ile iş veya ikametgâh adresi bulunmayan veya yanlış isim ve adres bulunan ihbar ve şikâyet konusu dilekçeler işleme konulmayacaktır. Ancak bu tarzda yapılan ihbar ve şikâyet konusu dilekçelere, inandırıcı mahiyette, olayla ilgili yeterli bilgi ve belgeler eklenmiş ise herhangi bir işlem yapıp yapmama hususu, bu dilekçelerin gönderildiği makamın takdirinde olacaktır.[4]
 
Ödül konusunda benzer bir hüküm 1481 sayılı Asayişe Müessir Bazı Fiillerin Önlenmesi Hakkında Kanun’un Ek 1 inci maddesinde de yer almaktadır.[5]
 
Sonuç olarak bugün yapılan yanlış uygulamanın düzeltilmesi bakımından KUNTER’in görüşünü önemi nedeniyle burada aynen aktarmaktayız:
 
Gizli haber verme.
 
İhbar edenin hüviyetini açıklaması onu birçok sıkıntılara uğratır. Bunun için haber verenler çok defa kendilerini gizlemek isterler. Haberi telefonla, imzasız mektupla vermek gizli haber vermede başvurulan yolların en klasikleridir. Gizli haberi kanunların desteklediği de vardır. Mesela kaçakçılık olaylarını haber verenlerin hüviyetleri rızaları olmadıkça veya hareket suç teşkil etmedikçe açıklanamaz (Kaçakçılık K. 2/son fıkra). Gizli haberciler bazen sadece kamu yararına hareket ederler, fakat içlerinde intikam, kıskançlık, haset, şahsi çıkar gibi sübjektif duygularla hareket edenler de az değildir.
 
Kanunlar çok defa gizli haber vermeyi düzenlememiştir. Ancak suçları öğrenip suçluları araştıracak olan kolluk, gizli verilen haberleri ihmal edemez. Bunların çoğu akıl hastaları ve kötü şakacılar tarafından yapıldığı için asılsız çıkar. Fakat hiçbir polis memuru “gizli haber verme sayesinde hakikati öğrendiğim olmamıştır” da diyemez.”
 
           
 
SUÇ VE CEZA DERGİSİ, Temmuz, Ağustos, Eylül 2011 - Sayı: 3
 


[1]Bu görüş için bkz: Prof. Dr. Erdener Yurtcan, “Ceza Yargılaması Hukuku”, Kare Yayınları, 8. Baskı, İstanbul 2002, s. 401; Prof. Dr. Erdener Yurtcan “Cumhuriyet Savcısının Ve Ceza Yargıcının El Kitabı”, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara 2002, s.18
 
[2]Erdoğan Demirtaş, “Ceza Muhakemesi Hukukunda Muhakeme Şartı Olarak Şikâyet”, http://www.belgeler.com/blg/1ax2/ceza-muhakemesi-hukukundamuhakeme-sarti-olarak sikayet-complaint-as-a-condition-for-judgement-in-crime-judgement-law
[4]Vahit Yaşar Akın, “Türk Vergi Hukukunda İki Kilit Kavram: İhbar Ve Şikayet” http://www.alomaliye.com/2007/vahit_yasar_ihbar_sikayet.htm
[5]İhbara ilişkin düzenleme içeren diğer yasaları gösterir bir liste için bakınız: Fahrettin Demirağ, “Açıklamalı Ceza Muhakemesi Kanunu”, Türkiye Barolar Birliği yayını, Ankara, Şubat 2007, s.284.
Av. İ. Güneş GÜRSELER | Tüm Yazıları
Hits: 5840