Kılıçdaroğlu gücünü apolitikliğinden alıyor

~ 21.12.2010, Yeni Yaklaşımlar ~

SELAMİ İNCE/BİRGÜN

Yeni CHP ne kadar solda ne kadar sağda?

CHP Kongresi’nde Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu, adeta partiye el koydu ve CHP yönetimi tamamen Kılıçdaroğlu’nun istediği gibi oluştu. Peki, Kemal Kılıçdaroğlu hangi politikaları savunuyor? Baykal’dan hatta Bülent Ecevit’ten farkı ne? CHP ne kadar solda ne kadar sağda? Herkesin tartıştığı ve farklı farklı cevaplar verdiği bütün bu soruları, Akdeniz Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç Dr. Faruk Ataay ile konuştuk.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye genel başkan olmasıyla birlikte CHP’de ne değişti?  CHP’nin sola kaydığı söylenebilir mi?
Öncelikle şunu söyleyebiliriz ki, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa gelişi, parti içi ideolojik hiziplerin mücadelesinin ürünü olarak gerçekleşmedi. Kılıçdaroğlu belirli bir ideolojik eğilimi temsil eden bir isim olarak gündeme gelmedi. Hatta, tam tersini söylemek de mümkün. Kılıçdaroğlu’nun popülaritesi, daha apolitik bir popülarite. Şöyle ki, neoliberal reçeteler tartışılmaz bir dogma haline getirilirken, egemen ideoloji, kitlelerin ekonomik ve sosyal sorunlarını hep yolsuzluklarla açıkladı yıllarca… Bu yolsuzluk retoriği, politika tercihlerinin, kalkınma ve bölüşüm sorunlarının depolitize edilmesine hizmet etti. Neoliberal politikaların gelir dağılımında yarattığı adaletsizliklerin,  toplumsal sorunların en temel kaynağı olduğu gerçeği dikkatlerden kaçırılmaya çalışıldı hep. Dolayısıyla, ülkenin temel siyasal sorunu, yolsuzluklara bulaşmamış, dürüst bir lider bulma sorununa indirgendi. Kılıçdaroğlu, eski bir müfettiş olarak, üzerine gittiği yolsuzluk dosyaları ile tam da bu aranan lider profiline uygun bir isim olarak gündeme getirildi.

Buna rağmen Kılıçdaroğlu’yla birlikte CHP’nin sola kaydığı izlenimi var. Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Bu izlenimin doğmasının en temel nedenlerinden biri herhalde Kılıçdaroğlu’nun, laiklik ve rejim sorunları yerine ekonomik sorunları, yoksulluk, işsizlik vb. sorunları daha çok vurgulaması. Gerçekten de, Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olmasından sonra CHP’nin siyasal söyleminde bir değişim var.
Bazıları bunu Baykal çizgisinden Ecevit çizgisine geçiş olarak görüyor. Bu izlenim doğru mu? Ya da daha genel olarak sorarsak CHP nasıl bir sol çizgiye sahip, CHP politikaları evrensel anlamda sol sayılabilir mi?
CHP’nin sol bir parti olup olmadığı sorusunun cevabı, solun nasıl tanımlandığına göre değişecektir. Eğer, solu siyaset teorisindeki anlamlarıyla “sosyalist” ya da “sosyal demokrat” olarak tanımlarsanız, CHP tarihi boyunca kesinlikle sol bir parti olmamıştır. Ama, solu azgelişmiş ülke koşullarında daha gevşek bir biçimde tanımlarsanız, CHP’nin 1965 sonrasında sol-popülist bir çizgiye geldiğini söyleyebiliriz. Ama, diğer taraftan, tarihi boyunca CHP içinde farklı eğilimlerin bir arada bulunduğu da bir gerçek. Resmi ideolojiyi temsil eden “sağ Kemalist” çizgi, Yön dergisinin etkisiyle gelişen “sol Kemalist” çizgi, CHP’nin Avrupa ülkelerindekine benzer bir sosyal demokrat partiye dönüşmesini savunanlar, sosyalist çizgiye daha yakın olmalarına rağmen TİP’in parçalanmasıyla birlikte 1970’lerin çatışma ortamında umudunu Ecevit’e bağlayanlar, diğer sosyalist-devrimci gruplara sempatiyle bakanlar ve hatta Türkiye koşullarında kendini çeşitli nedenlerle solcu sayan liberalleri de bunlara ekleyebiliriz.
Ama, içerdiği grupların niyet ve amaçlarından bağımsız olarak, partinin izlediği genel çizgiye baktığımızda, CHP’nin sol-popülist bir parti olduğunu söyleyebiliriz. Aslında, CHP, 1970’lerde, Ecevit’in radikal bir retorik kullanması nedeniyle, olduğundan daha solda ve daha radikal bir parti olduğu izlenimi doğurmuştu.
Üstelik o dönemde sağ partiler de, CHP’yi gizli komünist niyetler taşımakla suçladılar. Ama, gerçekte, CHP bırakın komünizmi-sosyalizmi, sosyal demokrat bile sayılamazdı. Üstelik, Ecevit, sosyal demokrasiyle arasına çizgi çekmek istediği için bilinçli olarak partinin ideolojisini “demokratik sol” olarak tanımladı. O dönemde DİSK yönetimini de ele geçirmesine rağmen, sendikalarla organik ilişki içinde bir sosyal demokrat parti olmayı istemedi. Zaten sosyal demokrat bir program da benimsemedi. Daha çok, yeni kentleşen alt sınıfların, işçi mahallelerinin, gecekonduların desteğini almak için onların beklentilerine yönelik vaatler ve sloganlar üretmekle yetindi. Ama, Ecevit’in çizgisini asıl ortaya koyan, “halk sektörü”, “kooperatifçilik”, “köy-kentler”, “ulusal sanayi”  gibi daha çok küçük burjuva kesimlerin, KOBİ’lerin beklentilerine cevap veren projelerdi.

Peki, 1970’lerin Ecevit’i ile 1990’ların Ecevit’i aynı çizgiyi koruyor muydu? Kılıçdaroğlu hangi Ecevit’e daha yakın?
Ecevit, 1979’da hükümetten düşerken sosyalist-devrimci solla arası iyice bozulmuştu. Bunun nedeni, 1970’lerde kısmen işbirliği yapan bu iki tarafın da büyük hayal kırıklığı yaşamış olmasıydı. Sosyalist-devrimci sol, Ecevit’in 1978-79 iktidarı döneminde vaatlerini yerine getirmemesinden dolayı hayal kırıklığına uğramıştı. Ecevit ise, sosyalist-devrimci solu kontrol etmeyi başaramaması nedeniyle tehlikeli bulmaya başlamıştı.
Nitekim, 1980 sonrasında DSP’yi kurarken, “Halkçı Ecevit” imajını korumaya özen gösterse de, partiyi merkeze konumlandırmayı tercih etti. Dine ve dinsel cemaatlere karşı hoşgörüsünü arttırdı. Aslında, Ecevit, 1970’lerde de, dini, gericiliğin en önemli kaynağı olarak gören geleneksel pozitivist yaklaşımından farklı bir çizgi ortaya koymuştu. Dini inançlara değil, dinin kötüye kullanılmasına, siyasete ve ticarete alet edilmesine karşı olduğunu söylüyordu. Bunu, “inançlara saygılı laiklik” olarak adlandırıyordu. Aynı zamanda, Kürt sorunu konusunda da daha milliyetçi bir konuma geldi. Aslında, 1970’lerde de milliyetçiydi ama daha çok anti-emperyalist bir milliyetçiliği öne çıkarmıştı. 1980 sonrasında bu anti-emperyalist retorik de geriledi.
Kılıçdaroğlu’na dönecek olursak, aslında biraz 1970’lerin Ecevit’ini örnek alıyor gibi duruyor. Ama o kadar radikal sloganlar kullanma eğiliminde değil. Daha çok, AKP’nin alt sınıflardan, işçi mahallelerinden, gecekondulardan büyük destek aldığını görerek, CHP’nin iktidar olabilmesi için 1970’lerde olduğu gibi bu oylardan daha büyük pay alması gerektiğinin bilinciyle hareket ediyor. Ecevit’in Kılıçdaroğlu’na verdiği en büyük ilham herhalde bu. Kılıçdaroğlu’nun rotayı emekçi sınıflara çevirmesi, onların beklentilerine seslenmeyi tercih etmesi, aslında Baykal’dan önemli oranda farklılaşmasına yol açtı.

Peki, Baykal çizgisi ile Ecevit çizgisi arasındaki temel fark neydi?

Baykal, CHP’ye genel başkan olmasından bu yana, aslında, ekonomik ve sosyal politikalar anlamında, neoliberalizmle ve küreselleşmeyle daha uyumlu bir çizgiyi temsil etti. Blair’in “üçüncü yol” çizgisine daha yakın durdu. Siyasal sorunlar konusunda ise, “sağ Kemalizm” olarak adlandırılan resmi ideolojiye dayalı bir hat izledi. CHP’yi sosyal demokrat çizgiden iyice uzaklaştırdı.
Görebildiğim kadarıyla, Baykal’ın iktidara ulaşmak için izlediği strateji, temelde, toplumun iyice sağa kaydığı varsayımına dayanarak, partiyi sağa kaydırmak oldu. Ama bu hat değişikliği, CHP’nin çalışan sınıflardan uzaklaşmasına yol açtı. Gerçekten de, bu, bilinçli bir tercih oldu Baykal için. Baykal, belki biraz Türkiye’nin azgelişmişlikten kaynaklı toplumsal yapısının işçi sınıfının marjinal kalmasına yol açtığı ve sosyal demokrasiye uygun olmadığı düşüncesiyle, biraz da küreselleşen dünyada sosyal demokrat reçetelerin uygulanma imkanının kalmadığı düşüncesiyle, emekçi sınıflardan uzaklaştı.
Ancak, yaptığı bu hat değişikliği orta sınıfların desteğini kazanmasına yetmedi. Nitekim, 1995 ve 1999’da önemli seçim yenilgileri yaşadı. Buna rağmen, 2002 seçiminde ANAP, DYP ve DSP’nin çökmesinin kendi çizgisi için bir fırsat doğurduğunu düşünerek izlediği politikalarda ısrarcı oldu. Merkez sağa yaklaşan AKP’yi marjinalize ederek, merkez sağa oy veren orta sınıf oylarını çekebileceğini zannetti.
AKP’ye muhalefetini, rejimin korunması çabasına dayalı sağ-Kemalist çizgiye sıkıştırmasının, CHP’yi tamamen statükocu bir parti konumuna getirmesinin gerisinde bu düşünceler etkili oldu sanıyorum. 2001 krizi sonrasında 2002 seçimi konjonktüründe, ekonomi politikaları konusunda da, Kemal Derviş’i de yanına alarak, neoliberal politikaları ve IMF’yi eleştirmeyen, alternatif politika arayışı içinde olmayan bir görünüm sergiledi. Bu çizginin, krizde ezilen çalışan sınıflar nezdinde bir çekim gücüne sahip olmadığı görüldü.
Baykal 2002 seçimlerinden sonra ana muhalefet lideri olarak konumunu sağlamlaştırdı belki ama, iktidar alternatifi olamadı. Aslında buna da bir açıklaması vardı. Seçimi kazanıp iktidar olmayı konjonktüre bırakmıştı tamamen. Konjonktürün elverişli olması, AKP’nin ekonomiyi yönetemeyip krize yol açması durumunda, Kıbrıs sorununda, Ermenistan ve azınlıklar sorununda, Kürt sorununda açılım yapması durumunda yükselebilecek tepkilerin rüzgârını arkasına alarak seçim kazanmayı umuyordu. Ama, konjonktür ona yardımcı olmadı.
Özetle, Ecevit çizgisi alt sınıfların desteğini kazanmaya çalışan bir merkez partisi profili çizerken, Baykal çizgisi orta sınıflara dayanan daha statükocu bir merkez partisi profili çizdi.

Peki, Kılıçdaroğlu, nasıl bir çizgi izliyor?
Kılıçdaroğlu’nun bugüne kadar izlediğimiz altı aylık çizgisi, Baykal çizgisini terk etme doğrultusunda arayışlara girildiğini gösteriyor. Ama, henüz Kılıçdaroğlu’nun çizgisi net bir biçimde şekillenmiş değil. Zaten, partide liderliğini sağlamlaştırıp sağlamlaştıramayacağı da kesinleşmiş değil. Ama, ilk izlenim Kılıçdaroğlu’nun yalnızca CHP açısından bir misyon üstlenmediği, parti dışından da Kılıçdaroğlu CHP’sine yönelik önemli beklentilerin olduğunu gösteriyor.
Öncelikle bunu açmakta yarar var. Sonra konumuza dönelim…  Nedir bu beklendi ve kimlerin beklentisi bu?
Evet, öncelikle bunu açıklamamızda yarar var.    Bir kere, uluslararası politika açısından bakıldığında, yakın zamana kadar AKP’den büyük beklentileri olan ve bu nedenle AKP’ye büyük destek veren ABD ve AB, bugün AKP’nin eksen kayması içinde olup olmadığını tartışır noktaya gelmiş durumda. Yakın zamana kadar, Büyük Ortadoğu Projesi adı altında Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmeye çalışan ABD ve AB, AKP’yi uyumlu bir ortak olarak görüyorlardı. AKP’yi “ılımlı İslam” olarak nitelerken, esasen, anti-emperyalist olmayan bir hareket olarak görüyorlardı. Belli ki, AKP de kendilerine önemli vaatlerde bulunmuştu. Ancak, son dönemde, AKP’nin, İran ve İsrail konusunda takındığı tavırlar bir güven kaybına ve alternatif arayışına yol açmış durumda.
İkinci olarak, AKP, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, azınlıklar sorunu gibi başlıklarda gerekli yasaları çıkartmak için mecliste büyük bir çoğunluğa sahip olmasına rağmen, milliyetçi tepkiler nedeniyle verdiği açılım sözlerini yerine getiremezken, bu konularda mazeret bildirerek, ordu, yüksek yargı ve muhalefeti suçlama yoluna gitti. ABD ve AB de bu mazeretlere hak vermiş olmalı ki, bu adımların atılabilmesi için ordunun pasifize edilmesine destek vermiş görünüyor. Ayrıca, bunun için ana muhalefetin de, açılımlara destek verir noktaya getirilmesini bekliyor. Şimdi, bu işler seçimden sonraya, 2011 sonbaharındaki anayasa değişikliklerine bırakılmış görünüyor. Bu beklentiler önemli…
Diğer yandan, sermaye çevrelerinde de AKP’ye yönelik rahatsızlıklar var. AKP’nin, TÜSİAD’a karşı kendi sermayesini destekleme politikası, dış politikada eksen kayması eğilimi, iç politikada otoriter ve çatışmacı eğilimler sergilemesi, bürokraside aşırı politizasyona yol açması hep rahatsızlığa yol açan eğilimler… AKP sermaye çevrelerinin beklentilerinin dışına çıkarak tehlikeli sularda gezinirken, AKP’ye alternatif bir iktidar adayının bulunmaması ciddi bir sorun haline gelmiş durumda.
Dolayısıyla, Baykal’ın genel başkanlıktan indirilmesi ve CHP’nin Kılıçdaroğlu gibi popüler bir figürün liderliğinde yeniden yapılandırılması, Kılıçdaroğlu’ya yönelik medya ve sermaye desteği, önemli beklentilerin bulunduğunu gösteriyor.
Görüldüğü kadarıyla, CHP’nin yeni yönetimi de bu tür beklentilerin farkında ve iktidara gelebilmek için sermaye çevrelerinin desteğini kazanma çabasında olacağı izlenimi veriyor.

Ama, böyle bir çizgi, sola açılan CHP görüntüsüyle çelişki oluşturmayacak mı?
Elbette… Bence, Kılıçdaroğlu’nun paradoksu da bu. Bir yandan egemen çevrelerin desteğini almaya çalışırken, bir yandan da emekçi sınıfların oyunu kazanmaya çalışmak bazı çelişkili vaatlerde bulunmayı zorunlu kılıyor. Aynı çelişki AKP için de geçerliydi ve AKP kurduğu hegemonya ile bugüne kadar bu çelişkilerin üzerini örtmeyi başardı. Bakalım, aynı başarıyı Kılıçdaroğlu da gösterebilecek mi?

Kılıçdaroğlu 2011 seçimlerinde ne yapabilir? BDP ve sosyalist solla ittifak mümkün görünüyor mu?
CHP’nin alt sınıfların desteğini AKP’den geri alması, çok olağanüstü gelişmeler olmazsa, kısa sürede olabilecek bir şey değil. Bu insanların içinde bulundukları toplumsal ilişkiler, sahip oldukları ideolojik koordinatlar kısa sürede değişebilecek şeyler değil.
AKP, sınıf atlama düşlerini, refah düzeyini yükseltme beklentilerini oldukça iyi kullanıyor. Kamusal rantları, kamu imkanlarını, patronaj ilişkilerini kullanarak bu taleplerin adresi konumuna gelmiş durumda… Devletten ihale, kredi vb. almak isteyen iş adamlarından, çocuğuna iş bulmaya çalışan geniş kesimlere, yeşil kart, gıda yardımı, yakacak yardımı vb. almaya çalışan yoksullara kadar pek çok kesim bu patronaj ilişkilerine girmek zorunda hissediyor kendini… AKP, şu ana kadar, bu kesimleri sağ-popülist bir retorikle kendisine bağlamayı başardı.
CHP’nin, bu ilişkileri kopartıp sosyal demokrat çözümler çerçevesinde yeni ilişkiler kurabilmesi için ciddi örgütlenme ve propaganda çalışmaları yürütmesi şart.
Sosyalist sol ve BDP ile ittifak konusuna gelince… Görünen o ki, Kılıçdaroğlu emekten yana bir retorik tuttursa da, emekçi sınıflardan destek alma çabasına girişse de, gerçekte bir merkez partisi projesine sahip. Ekonomik programa ilişkin olarak açıklanan görüşler de merkeze çok yakın. Dolayısıyla, sosyalistlerle ve BDP’yle ittifakı tercih edeceğini sanmıyorum.

FARUK ATAAY KİMDİR?

Doç. Dr. Faruk Ataay, siyaset bilimci ve Akdeniz Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir. Lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nden almıştır. “12 Mart’tan 12 Eylül’e Kriz Kıskacında Türk Siyaseti ve CHP”, “Neoliberalizm ve Devletin Yeniden Yapılandırılması” ve “Neoliberalizm ve Muhafazakâr Demokrasi” başlıklı üç kitabı yanı sıra çeşitli dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır.

(Birgün 21.12.2010)

Hits: 1603