Derdimiz Kemalizm miydi ki?

~ 10.05.2012, Faruk ÖZSU ~

Entelektüel sefalette önde gidenler "liberaller", en öndekiler ise "demokratlar" oldu. Bu kesim, yükselen yeni iktidarı teşhis etmek bir yana, eski iktidar-muhalefet kurgusunda ısrar ettiler

Demokrat Yargı’nın kurucu kadrosu olarak, HSYK seçimleri öncesinde Osman Can ve arkadaşlarına hitaben ettiğimiz bir kelamın son bir yıllık dönemi anlamaya yarayacak anahtar bir kavram olduğunu o gün bilmiyorduk. Laf şuydu: “Demokrat Yargı, ‘Kemalist Diktaya’ karşıdır. Ama vurgusu Kemalizme değil, diktayadır. Sizinse derdiniz Kemalizmmiş, diktayla sorununuz yokmuş!” Referandum sonrası yaşadığımız siyasal ve entelektüel çıkmaz ile demokrasi ve adalet algısında yaşanan kafa karışıklığını bu cümleden daha iyi anlatan bir ifadeye henüz rastlayamadık.
Referandum ve seçimlerin ardından ülkedeki “karşı ses” teslim bayrağını çekmiş, iktidara tamamen hakim olan bileşenler arasında güç ve paylaşım savaşının işaretleri bile belirmeye başlamıştı. Ama namlı entelektüeller ve siyaset aktörlerinden yeni iktidarın gerçekçi bir analizini duyamıyorduk.
Entelektüel sefalette önde gidenler “liberaller”, en öndekiler ise “demokratlar” oldu. Bu kesim, yükselen yeni iktidarı teşhis ve işaret etmek bir yana, eski iktidar-muhalefet kurgusunda ısrar ettiler. Bu hattın Ulubatlı Hasan’ı, Ahmet Altan oldu. Ona göre “Kemalist iktidar” yerli yerinde duruyordu ve -sistemin muhalifi- Erdoğan demokrat pelerinini tekrar takıp, halkıyla birlikte “devlete” karşı şahlanmalıydı.

Kemalist ideoloji
Haliyle de, iktidar bileşenlerinden apolitik ve gayrimeşru olanı, sütre gerisinde, sonsuz bir şehvet ve ihtirasla ilmek ilmek devlet iktidarını yeni baştan dokurken, onlar “cambaza bak”cılık oynadılar. Mızrağın çuvalı deldiği MİT krizi sonrası ise, görmezden gelemeyecekleri “Cemaat” varlığını bu kez de “aklamayı” denediler. “Pür dikkatimizle Kemalizm’e yönelmeliydik, zira ‘düşman’ Kemalistler ve onun koçbaşı ordu” idi.
Bu sorunlu analiz, sahibini gülünç ve acıklı hâllere de düşürüyordu: Etyen Mahçupyan’ın, “geçmişte Hrant’a sahip çıkan dindarların, ulusalcı-Kemalist-solcular yüzünden bugün soğuduğu” analizine bir bakalım mesela. Doğrudur, Dink’in bedeni ve ruhu, utanç verici bir araçsallığa kurban edilmişti. Ama bunun faili Mahçupyan’ın dediği gibi “solcular” değildi sadece, muhafazakârlardı da. Cinayetin, -Orhan Dink’in de isabetle söylediği gibi- eskisi ve yenisiyle “devletin” tam bir uyumuyla işlendiği açıktı. Bu nedenle de her iki taraftan entelektüeller birer istihbaratçıya dönüşerek eylemi karşı tarafa yıkmaya çalıştı. ( Nedim Şener bu savaşta esir düştü.) Sırf bu durum bile “Ergenekon=Kemalist derin devlet” analizinin aculluğunu gösteriyordu. Görmek isteyene!
Ezcümle, Dink’in cenazesinde saf tutan kimi muhafazakârların, sonradan solculardan huylanıp kaçması değildi söz konusu olan. İktidarın kimliğine göre pozisyon alış vardı: Eski -Kemalist- iktidara karşı muhafazakârlar, yeni AKP/Cemaat iktidarına ise karşı taraf itiraz ediyordu. Dink’in bedeni üzerinden...
Yine, Sevan Nişanyan Kanal 7’de Özlem Albayrak’a, “Bu ülkenin asıl sorunu, ‘Müdürüm ve Albayım’la ifade edilebilecek Kemalist-ittihatçı bürokratik gelenektir” derken aklıma birkaç gün önceki bir olay geldi. Diyarbakır’da bir albayın öğretmen karısının istirahat raporuna karşı sırıtarak, “Bizde GATA’nın raporu geçmez hocanım!” diyen milli eğitimdeki şef ile, annesine türban taktırıp Adalet Bakanlığı koridorlarında “torpil” arayan ve Alevi olduğu anlaşılınca oracıkta alay edilen genç hakim için acı acı gülümsedim.
Mahçupyan ve Nişanyan gibi Taraf yazarları da “anti-Kemalist” cepheyi bozmama çağrısının bir karşılığı olmadığını anladıkları an, devlet iktidarının yeni sahibi olan Gülen Cemaatini, “modern, kentli, entelektüel, ılımlı ve reformist neo-İslamın taşıyıcısı” olduğu gerekçesiyle bağrımıza basmamızı istediler. Yıllardır, “modernist, toplum mühendisçi, tek-tipçi” gibi sıfatlarla eleştirdikleri Kemalizm’in, “yeşil versiyonu” vardı karşımızda ama, rahat olmalıydık. Zira “bunlar iyi”ydi. Sorun, bizzat modern iktidar olgusu ve işleyişi değil, Kemalistlerdi tabii ki.

Darbeyi asker mi yapar?
S. Huntington ve S. E. Finer gibi Amerikan sosyal bilimcilerin 1960’lı yıllardaki asker-sivil ilişkileri analizine dayanan çok sorunlu bir yaklaşım her bir yanı, özellikle de liberal-demokratları iyice sarmış durumda. Buna göre darbeler, sivil dinamiklere karşı askeri bir fiildir ve asker tarafından yapılır. Oysa, artık neredeyse sadece Türkiye’de cari olan bu naif analizin tersine darbeler, sivil siyaset ve kültüre karşı yürütülen bir araç değil. Yani askerin diğerlerine karşı bir eylemi değil, diğerleri ile birlikte bir eylemi ve diğerleri adına bir eylemidir.
Kısaca, önceki dönemde siyasal gücün sahibi asker değil, bir siyasal-toplumsal sınıftı ve bu güç ordu aparatı eliyle kullanılıyordu. Kemalizm ise bu güçlerin “boş göstereni”ydi. Bugün siyasal güç el değiştirdi ve siyasal hakimiyet polis ve ÖYM’ler eliyle kullanılır oldu. Ne değişti?
Değişen bir şey yok. Yeni dönem, Kemalist simgeler dolaşımda dururken bu kez kendi Kemalist mağdurlarını üretmeye başladı: Tüm ürkütücü sahtelik şüphesi yanında, kendiliğinden son bulmuş ya da vazgeçilmiş olan bir sürecin nasıl “teşebbüs” sayıldığının anlaşılamaması nedeniyle hepten bir garip dava olan “Balyoz” davasının ürettiği mağduriyetler 28 Şubat’takilerle yarışır hale geldi. Acılarını küçümsemiyoruz ama o dönemde ordudan atılanlar en azından “özgürdüler” ve dindar holdinglerde iş bulabiliyorlardı. Bugünkülerin ise aileleri, onurları, gelecekleri ve hayatları Silivri zindanlarında eriyor. Hem de her biri son derece zayıf hukuki mülahazalar ve gerçekliği şüpheli belgelere dayanılarak.
Son dönemin büyük davalarının, genel sorunları bir yana, detayda ve görünmeyen kısımlarında var olan trajediler, Türk yargı geleneğini bilenler için tahmin edilebilir. Peki, Başbakan’ın 28 Şubat’la ilgili “suç duyurusunun” nasıl ete kemiğe bürüneceğini hayal edemiyor muyuz?

Birinin cenneti diğerinin cehennemi
Bugün hiç gözden kaçırılmaması gereken iki acil ve önemli ders var: Birincisi başkalarının acılarına, yaralarına ve taleplerine açık bir dünya kuramadığınızda, inşa ettiğiniz her siyasal alan sadece sizin için bir “cennet” olabilir, ama sizin dışınızdakiler için bir dikta olarak kalmaya devam edecektir.
Ve ikincisi: Bugünün adalet ve demokrasi arayışına bir dinamizm getirmeyen ve bugünün sorunlarında etkin kılınamayan her adli/siyasi çaba, sadece “geçmiş”e referansla yürütülen bir “rövanş”tan başka bir şey olmayacaktır.
Bugünde ve bugünün gündemlerinde adalet inşa etmeyen bir girişim, sadece düşmanını değil kendisini de bu “rövanş”ın konusu olmaktan kurtaramayacak ve devlet seçkinlerinin tarafları arasındaki 1960’larla başlayan husumetler, 1970’lerde “üç bizden üç de sizden” şeklindeki siyasi öç naralarına dönüşecek ve iktidarı eline geçirenin yine kendi infazının şartlarını hazırladığı çıkışsız bir sürece girecektir.
Şunu algılamayan bir demokrasi ve adalet mücadelesinin ne kadar eksik ve sorunlu olduğunu anlamak için çok mu geç kaldık: Adalet, geçmiş ve gelecekten çok bugünün sorunudur ve kendisini bugünün toplumsal ve siyasal sorunlarında eksik bırakan her düzen ve her iktidar, adaletsizlik üreten makinanın yeni işçisi olarak kalacaktır.

FARUK ÖZSU
Diyarbakır Hakimi/Demokrat Yargı Yön. Kur. Üyesi

Faruk ÖZSU | Tüm Yazıları
Hits: 1920