Ahmet Şık ve Nedim Şener’e ithaftır
İnsan hakları kavramı nasıl ortaya çıktı?
HAZIRLAYAN: Doğan Emrah Zıraman / [email protected]
İnsan hakları kavramının ardında 1939-1945 yılları arasında kendisini tüm vahşeti ile ortaya koyan faşizm vardır. Avrupa, faşizm cenderesinden kurtulduğu içindir, ki, bu kurtuluşta Sovyetler Birliği’nin varlığını yok saymak terbiyesizlik olacaktır
Okuyacağınız yazının ana ekseninin oluşması bir kaç sene öncesine dayanmaktadır. Ancak Pınar Selek’in duruşmasının son süreci, KCK davası ve Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasına neden olan Ergenekon Davası’na dair süreç yazının ana fikrinin somutlaşmasını sağlamıştır. Elbette yazıda ele alacağım teorik durumun somut yansımaları zilyon tanedir. Ancak kamuoyunda bu kadar yoğun tartışılan noktalar konunun tartışılmasına ve açığa kavuşmasına daha fazla olanak sağlamaktadır.
Sivil Toplumdan Despotluğa
Öğrencisi olduğum için kendimi şanslı saydığım hocam Ali Yaşar Sarıbay, daha 1994 yılında yazdığı “Postmodernite, Sivil Toplum ve İslâm” adlı kitabında bugün çok net biçimde görülen sivil toplum içinde Siyasal İslam’ın olumlu anlamada sahip olduğu olanaklar ile yine Siyasal İslam’ın bu olanakları yok edici potansiyele nasıl sahip olduğuna daire paradoksları göstermiştir.
Sarıbay kitabında her şeyin kültürleştiği ve postmodern diye tanımlanan, aynı zamanda merkeziliğe karşılık adem-i merkezi durumun ön plana çıktığı var sayıldığı süreçte farklılaşma, parçalanma “kısaca iktidarın bölünmüşlüğü” olan sivil toplumun Siyasal İslam[1] ile olan ilişkisini tartışmaktadır. (Sarıbay, 1995, 10)
Sarıbay kitabının hemen başında sivil toplumun çoğulculuk anlayışı ile aslında ve de özünde tevhid ( tek’çi) anlayışa sahip olan Siyasi İslam arasındaki gerilimli paradoksa işaret eder: “İslam, hem postmodernite hem de sivil toplum içinde çoğulluk dolayımı ile kendisine yer bulmuşken;... doğası gereği tevhid’i esas aldığı için, o yerini, son tahlilde, çoğullukları ortadan kaldıracak olan tek bir hegemoniye dönüştürme özelliğini göstermektedir.” (Sarıbay,age,11) [2]. Sarıbay bu yazısını şu çarpıcı cümle ile bitiriyior: “Böylece modernlikten kopuş postmodernliğe, sivil topluma yöneliş ise aniden despotluğa sapabilir.” (age, 24)
Bugünler, Sarıbay’ın tam 17 yıl önce olasılık olarak işaret ettiği Siyasi İslam’la bağlantılı despotluğun kesin biçimde yaşandığı günler. 12 Eylül 2010’dan bugüne kadar geçen süreç “yetmez ama evetçilerin” bel bağladıkları, demokrasinin beşiği kabul edilen sivil toplumun nasıl açık despotluğa dönüştüğü ve hâlâ daha (seçim sonuçlanıncaya kadar Meclis’i bypass eden Kanun hükmünde kararname yetkisinin Hükümete verilmesi ile ) despotluğun nasıl devam ettiğini görmekteyiz.
Burjuva Hukuku Üzerine Birkaç cümle
Cep telefonu kullanmayan yok gibi. Hepimiz son günlerde Türkiye’deki cep telefonu firmalarından ikisinin başlattığı reklam kampanyalarını hatırlayacaksınız: Birisi “cep anayasası”; diğeri “tüketici hakları bildirgesi”.
Anayasa bir ülkenin vatandaşlarının en temek hukuki haklarının belgesidir. Bildirge ise aklımıza “insan hakları evrensel beyannamesini / bildirgesini” getirir. Ancak yine hepimiz biliyoruz ki burjuva hukukunun en başat temsili olan bu ilkeler bizzat burjuva yaşam/varoluşu ile her an inkâr edilmektedir.
Örneğin ABD büyükelçisi Türkiye’deki son gazeteci tutuklamaları sonrasında basın özgürlüğünün evrenselliği ve ABD’deki karşılığından dem vururken, kendi ülkesindeki McCartey dönemindeki komünist avını (ki Guantanamo ve Ebu Garip hapishaneleri gibi daha yakın zamanda olanları değil) hatırlayıp bir an durur mu acaba? Ya da AB ülkeleri dünyaya “demokrasinin tek varlık biçimi biziz” diye nutuk atarken 40 yıldan fazla kullandıkları Gladyo tipi örgütlenmeleri bir daha kurmayacaklarına dair bugüne kadar en azından kendi kamuoylarına söz verdiler mi?
Tam da bu burjuva varlığının (ve de onun bir yansıması olan hukukunun) ikiyüzlülüğü nedeniyledir ki ülkemizdeki üçüncü cep telefonu firması diğer iki cep telefonu firmasının reklamları ile dalga geçmektedir. Ancak ne yazık ki, kendisi ile de dalga geçtiğin fark etmeden.
Peki insan hakları, basın özgürlüğü gibi kavramlar boş kavramlar mıdır? Hayır. Ancak bu kavramların nasıl bir tarihsel durumla ortaya çıktığının bilinmesi elzemdir.
Örneğin daha çok Avrupa ile özdeşlesen insan hakları kavramı/düşüncesi birilerinin bir araya gelip “ne yapalım, ne yapalım? İnsanlara hak verelim. İşte bu haklar da şunlar...” diye ortaya çıkmamıştır.
İnsan hakları kavramının ardında 1939-1945 yılları arasında kendisini tüm vahşeti ile ortaya koyan faşizm vardır. Avrupa faşizm cenderesinden kurtulduğu içindir, ki, bu kurtuluşta Sovyetler Birliği’nin varlığını yok saymak terbiyesizlik olacaktır, faşizm ve onun sonuçlarını bir daha yaşamam adına tüm iyi niyet ve yaklaşımlarla insan haklarını burjuva anlamda dahi olabilecek en üst seviyeye çıkardılar. Ancak 50’li yıllarda başlayan soğuk savaş, insan haklarının Sovyet karşıtı konum olarak yerleşmesini ile çok kısa bir sürede bizzat yaratıcıları tarafından yok edildi ya da var oluş anlamından uzaklaştırıldı.[3]
Özetle, günümüz burjuva varoluşunda ve hukuk dilinde yer alan ifadeler, kavramlar devlet mekanizması başta olmak üzere egemenin kendi gerçeğini gizlemek ya da bir dönem için edindiği mağdurluk üzerinden kendi despotluğunu inşa etmek için kullandığı yapısal araçlardan başka bir şey değildir. Özgürlüğün AKP ile geldiğini sanmak ya da ordunun demokrasinin bekçisi olduğuna inanmak gibi....
Genel bir düşünce olarak şunu söyleyebiliriz: kapitalizme geç giren devletlerde kapitalizm başta olmak üzere kapitalizmle ilgili hemen her şey ( devlet yönetiminden toplumsal yaşamın düzenlenmesine kadar) devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Devlet ve toplumsal yaşam ilişkisi bakımından en çarpıcı ülke Almanya’dır ki Almanya kapitalizme geç giren bir emperyalist olarak kabul edilir.
Ancak bu tespitin yanına şunu da eklemekte fayda var. Kapitalizme geç giren ülkelerde kapitalizm çoğu zaman kapitalizmin tüm eksik ve aksayan yönleri ile var olmuştur. Ne kapitalizm ideal kapitalizme ulaşmıştır, ne de devlet ideal burjuva devlete ulaşmıştır.
Amaç azami kâr olduğu ve buna ulaşıldığı sürece gerisi teferruat olarak bırakılmıştır ve hâlâ daha bırakılmaktadır. Ama bu teferruat da her zaman ulaşılması gereken ideal olarak tanımlandığı için, kendi ülkemiz üzerinden cümleyi kurarsak, hâlâ daha ulaşılması amaçlanan “muassır medeniyet” gerçek kapitalist vahşeti gizlemenin aracı haline çok kolay gelmiştir.
Burjuva hukuku da bundan nasibini elbette almıştır. Son yıllardaki büyük yargılamalarda hukukun ideali hep dillerde yer etmiş ( örneğin masumluk karinesi) ancak kimse tarafından uygulanmamıştır. Ya da bugün kendisine zulüm yapıldığını söyleyenler (örneğin askerler) kendi yaptıkları zulümleri (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’ı) yok saymıştır.
Kaynakça:
Sarıbay, Ali Yaşar. Postmoderniyte,Sivil Toplum ve İslam, İletişim Yayınları, 2.Baskı, 1995, İstanbul.
[1] Hemen belirtelim, Sarıbay’ın bahsettiği Siyasi İslam 1990’ların Necmettin Erbakan ve onun politik hareketi olan Milli Görüş ile ilgilidir. Ve bugünün AKP kadrolarının çoğu Recep Tayyip Erdoğan da dahil değiştirdiklerini iddia ettikleri “gömleklerle” oturuyorlardı.
[2] Sarıbay’ın tanımlamaya çalıştığı bu Siyasal İslam’ın paradoksun çok net ve güzel bir örneğini “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyası sırasında kendisini biluur biçimde görmekteyiz. Bu kampanyaya katılanların azımsanmayak bir kısmı uzun bir zamandır Siyasal İslam içinde yer alan kadınlardır. Ve bu kadınlar olduklarını düşündükleri mecliste görmek istedikleri baş örtülü milletvekili taleplerine karşı en sert tepki Kemalistlerden değil Siyasal İslam’ın son yıllardaki en önemli kaleminden Ali Bulaç’tan ( hem de Kemalistlerin ruhunu aratmayacak tarzda) geldi. Ali Bulaç yazısında tam anlamıyla “İçlerindeki İrlandalılar”’a atıfta bulunarak başörtülü adaylık talebinin zamansal olarak lüzumsuzluğu üzerine kalem oynatmış. Ali Bulaç’ın yazısında özgürlük aracı olarak başörtüsünden, özgürlük önüne engel olma ihtmali olan baş örtüsüne dalgalanmayı net biçimde görmek mümkün. Ali Bulaç’ın konuyla ilgili yazısı için http://getir.net/3j1r
[3] İnsan haklarının tarihsel durumuna diğer bir örnek laikliktir. Laiklik basit biçimde birilerinin devlet ve din işlerini ayırmasına dair karar vermesi ile ortaya çıkmadı. Laiklikliğin arkasında protestanlar ve katolikler arasında kelimenin tam anlamıyla bir boğazlaşmanın tarihi yatar.
[5] Burada şunu eklemekte fayda var. Avrupa hukuku ve burjuvazisi akıl ile insanları sınırsızca sömürmek için yanıp tutuşmaktadır. Yani Avrupa-ABD dışlındaki kapitalizme geç giren ülkeler kötüdür, AB ve ABD iyidir demek yapılacak en büyük hatadır. Avrupa burjuvazisini durduran şey akıl değil tam da onun zıttı eylem yani işçi sınıfı başta olmak üzere kitlelerin örgütlü mücadelesi ve birlikteliğidir.
(Birgün)