DESPOTİZM VE FAŞİZM ÜZERİNE YENİ NOTLAR

~ 27.04.2012, Doğan Emrah ZIRAMAN ~

Ahmet Şık ve Nedim Şener’e ithaftır 

 

İnsan hakları kavramı nasıl ortaya çıktı? 

 

HAZIRLAYAN: Doğan Emrah Zıraman / [email protected] 

 

İnsan hakları kavramının ardında 1939-1945 yılları arasında kendisini tüm vahşeti ile ortaya koyan faşizm vardır. Avrupa, faşizm cenderesinden kurtulduğu içindir, ki, bu kurtuluşta Sovyetler Birliği’nin varlığını yok saymak terbiyesizlik olacaktır 

 

Okuyacağınız yazının ana ekseninin oluşması bir kaç sene öncesine dayanmaktadır. Ancak Pınar Selek’in duruşmasının son süreci, KCK davası ve Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasına neden olan Ergenekon Davası’na dair  süreç yazının ana fikrinin somutlaşmasını sağlamıştır. Elbette yazıda ele alacağım teorik durumun somut yansımaları zilyon tanedir. Ancak kamuoyunda bu kadar yoğun tartışılan noktalar konunun tartışılmasına ve açığa kavuşmasına daha fazla olanak sağlamaktadır.

 

Sivil Toplumdan Despotluğa

 

Öğrencisi olduğum için kendimi şanslı saydığım hocam Ali Yaşar Sarıbay, daha  1994 yılında yazdığı “Postmodernite, Sivil Toplum ve İslâm” adlı kitabında bugün çok net biçimde  görülen sivil toplum içinde Siyasal İslam’ın olumlu anlamada sahip olduğu olanaklar ile yine Siyasal İslam’ın bu olanakları yok edici potansiyele nasıl sahip olduğuna daire paradoksları göstermiştir.

 

Sarıbay kitabında her şeyin kültürleştiği ve postmodern diye tanımlanan, aynı zamanda merkeziliğe karşılık adem-i merkezi durumun ön plana çıktığı var sayıldığı süreçte farklılaşma, parçalanma “kısaca iktidarın bölünmüşlüğü” olan sivil toplumun Siyasal İslam[1] ile olan ilişkisini tartışmaktadır. (Sarıbay, 1995, 10)

 

Sarıbay kitabının hemen başında sivil toplumun çoğulculuk anlayışı ile aslında ve de özünde tevhid ( tek’çi) anlayışa sahip olan Siyasi İslam arasındaki gerilimli paradoksa işaret eder: “İslam, hem postmodernite hem de sivil toplum içinde çoğulluk dolayımı ile kendisine yer bulmuşken;... doğası gereği tevhid’i esas aldığı için, o yerini, son tahlilde, çoğullukları ortadan kaldıracak olan tek bir hegemoniye dönüştürme özelliğini göstermektedir.” (Sarıbay,age,11) [2]. Sarıbay bu yazısını şu çarpıcı cümle ile bitiriyior: “Böylece modernlikten kopuş postmodernliğe, sivil topluma yöneliş ise aniden despotluğa sapabilir.” (age, 24)

 

Bugünler, Sarıbay’ın  tam 17 yıl önce olasılık olarak işaret ettiği Siyasi İslam’la bağlantılı despotluğun kesin biçimde yaşandığı günler. 12 Eylül 2010’dan bugüne kadar geçen süreç “yetmez ama evetçilerin” bel bağladıkları, demokrasinin beşiği kabul edilen sivil toplumun nasıl açık despotluğa dönüştüğü ve hâlâ daha (seçim sonuçlanıncaya kadar Meclis’i bypass eden Kanun hükmünde kararname yetkisinin Hükümete verilmesi ile ) despotluğun nasıl devam ettiğini görmekteyiz. 

 

Burjuva Hukuku Üzerine Birkaç cümle

 

Cep telefonu kullanmayan yok gibi. Hepimiz son günlerde Türkiye’deki cep telefonu firmalarından ikisinin başlattığı reklam kampanyalarını hatırlayacaksınız: Birisi “cep anayasası”; diğeri “tüketici hakları bildirgesi”.    

 

Anayasa bir ülkenin vatandaşlarının en temek hukuki haklarının belgesidir. Bildirge ise aklımıza “insan hakları evrensel beyannamesini / bildirgesini” getirir.  Ancak yine hepimiz biliyoruz ki burjuva hukukunun en başat temsili olan bu ilkeler bizzat burjuva yaşam/varoluşu ile her an inkâr edilmektedir.

 

Örneğin ABD büyükelçisi Türkiye’deki son gazeteci tutuklamaları sonrasında basın özgürlüğünün evrenselliği ve ABD’deki karşılığından dem vururken, kendi ülkesindeki McCartey dönemindeki komünist avını (ki Guantanamo ve Ebu Garip hapishaneleri gibi daha yakın zamanda olanları değil) hatırlayıp bir an durur mu acaba? Ya da AB ülkeleri dünyaya “demokrasinin tek varlık biçimi biziz” diye  nutuk atarken 40 yıldan fazla kullandıkları Gladyo tipi örgütlenmeleri bir daha kurmayacaklarına dair bugüne kadar en azından kendi kamuoylarına söz verdiler mi?

 

Tam da bu burjuva varlığının (ve de onun bir yansıması olan hukukunun) ikiyüzlülüğü nedeniyledir ki ülkemizdeki üçüncü cep telefonu firması diğer iki cep telefonu firmasının reklamları ile dalga geçmektedir. Ancak ne yazık ki, kendisi ile de dalga geçtiğin fark etmeden.

 

Peki insan hakları, basın özgürlüğü gibi kavramlar boş kavramlar mıdır? Hayır. Ancak bu kavramların nasıl bir tarihsel durumla ortaya çıktığının bilinmesi elzemdir.

 

Örneğin daha çok Avrupa ile özdeşlesen insan hakları kavramı/düşüncesi birilerinin bir araya gelip “ne yapalım, ne yapalım? İnsanlara hak verelim. İşte bu haklar da şunlar...” diye ortaya çıkmamıştır.

 

İnsan hakları kavramının ardında 1939-1945 yılları arasında kendisini tüm vahşeti ile ortaya koyan faşizm vardır. Avrupa faşizm cenderesinden kurtulduğu içindir, ki, bu kurtuluşta Sovyetler Birliği’nin varlığını yok saymak terbiyesizlik olacaktır, faşizm ve onun sonuçlarını bir daha  yaşamam adına tüm iyi niyet ve yaklaşımlarla insan haklarını burjuva anlamda dahi olabilecek en üst seviyeye çıkardılar. Ancak 50’li yıllarda başlayan soğuk savaş, insan haklarının Sovyet karşıtı konum olarak yerleşmesini ile çok kısa bir sürede bizzat yaratıcıları tarafından yok edildi ya da var oluş anlamından uzaklaştırıldı.[3]

 

Özetle, günümüz burjuva varoluşunda ve hukuk dilinde yer alan ifadeler, kavramlar devlet mekanizması başta olmak üzere  egemenin kendi gerçeğini gizlemek ya da bir dönem için edindiği mağdurluk üzerinden kendi despotluğunu inşa etmek için kullandığı yapısal araçlardan başka bir şey değildir. Özgürlüğün AKP ile geldiğini sanmak ya da ordunun demokrasinin bekçisi olduğuna inanmak gibi....

 

Genel bir  düşünce olarak şunu söyleyebiliriz: kapitalizme geç giren devletlerde kapitalizm başta olmak üzere kapitalizmle ilgili hemen her şey ( devlet yönetiminden toplumsal yaşamın düzenlenmesine kadar) devlet eliyle gerçekleştirilmiştir. Devlet ve toplumsal yaşam ilişkisi bakımından en çarpıcı ülke Almanya’dır ki Almanya kapitalizme geç giren bir emperyalist olarak kabul edilir.

 

Ancak bu tespitin yanına şunu da eklemekte fayda var. Kapitalizme geç giren ülkelerde kapitalizm çoğu zaman kapitalizmin tüm eksik ve aksayan yönleri ile var olmuştur. Ne kapitalizm ideal kapitalizme ulaşmıştır, ne de devlet ideal burjuva devlete ulaşmıştır.

 

Amaç azami kâr olduğu ve buna ulaşıldığı sürece gerisi teferruat olarak bırakılmıştır ve hâlâ daha bırakılmaktadır. Ama bu teferruat da her zaman ulaşılması gereken ideal olarak tanımlandığı için, kendi ülkemiz üzerinden cümleyi kurarsak, hâlâ daha ulaşılması amaçlanan  “muassır medeniyet” gerçek kapitalist vahşeti gizlemenin aracı haline çok kolay gelmiştir.

 

Burjuva hukuku da bundan nasibini elbette almıştır. Son yıllardaki büyük yargılamalarda hukukun ideali hep dillerde yer etmiş ( örneğin masumluk karinesi) ancak kimse tarafından uygulanmamıştır. Ya da bugün kendisine zulüm yapıldığını söyleyenler  (örneğin askerler)  kendi yaptıkları zulümleri (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat’ı) yok saymıştır. 

 

Kaynakça:

 

Sarıbay, Ali Yaşar. Postmoderniyte,Sivil Toplum ve İslam, İletişim Yayınları, 2.Baskı, 1995, İstanbul.

 

[1] Hemen belirtelim, Sarıbay’ın bahsettiği Siyasi İslam 1990’ların Necmettin Erbakan ve onun politik hareketi olan Milli Görüş ile ilgilidir. Ve bugünün AKP kadrolarının çoğu Recep Tayyip Erdoğan da dahil değiştirdiklerini iddia ettikleri “gömleklerle” oturuyorlardı.

 

[2] Sarıbay’ın tanımlamaya çalıştığı bu Siyasal İslam’ın  paradoksun çok net ve güzel bir örneğini “Başörtülü aday yoksa oy da yok” kampanyası sırasında kendisini biluur biçimde görmekteyiz.  Bu kampanyaya katılanların azımsanmayak bir kısmı uzun bir zamandır Siyasal İslam içinde yer alan kadınlardır. Ve bu kadınlar olduklarını düşündükleri mecliste görmek istedikleri baş örtülü milletvekili taleplerine karşı en sert tepki Kemalistlerden değil Siyasal İslam’ın son yıllardaki en önemli kaleminden Ali Bulaç’tan ( hem de Kemalistlerin ruhunu aratmayacak tarzda)  geldi. Ali Bulaç yazısında tam anlamıyla “İçlerindeki İrlandalılar”’a atıfta bulunarak başörtülü adaylık talebinin zamansal olarak lüzumsuzluğu üzerine kalem oynatmış. Ali Bulaç’ın yazısında özgürlük aracı olarak başörtüsünden, özgürlük önüne engel olma ihtmali olan baş örtüsüne dalgalanmayı net biçimde görmek mümkün. Ali Bulaç’ın konuyla ilgili yazısı için  http://getir.net/3j1r

 

[3] İnsan haklarının tarihsel durumuna diğer bir örnek laikliktir. Laiklik basit biçimde birilerinin devlet ve din işlerini ayırmasına dair karar vermesi ile ortaya çıkmadı. Laiklikliğin arkasında protestanlar ve katolikler arasında kelimenin tam anlamıyla bir boğazlaşmanın tarihi yatar.


DESPOTİZM VE FAŞİZM ÜZERİNE YENİ NOTLAR-2



Ahmet Şık ve Nedim Şener’e ithaftır



Türkiye’deki hukuki zorbalığın tarihsel kökeni üzerine birkaç cümle



HAZIRLAYAN: Doğan Emrah Zıraman / [email protected]



Kapitalizme geç giren ülkelerde azami kâr dışındaki neredeyse tüm varoluş biçimlerinde, ki özellikle egemenlikle ilgili olan, geçmişinin despotluğuyla uzlaşmıştır. Despotluk, kârı (ve aynı zamanda siyasal iktidarı) mümkün kıldığı müddetçe, var olan despotik biçimler bazen zoraki olarak değiştirilse bile, onun yerine daha despotik biçimler getirilmiştir.[4]

 



Her devletin tarihi aynı zamanda egemen hukuk tarihidir. Türkiye’nin egemenlik tarihine çok kısa baktığımızda despotluk biçimlerinin değişimini görmek mümkündür: istiklal Mahkemeleri ile başlayan süreç, Menderes’in “tahkikat komisyonu” ile devam etmiştir. Yassıada davalarındaki burjuva insan hakları bağlamında bile hukuk dışı uygulamalar, özgürlükçü olarak tanımlanan 1961 Anayasasının 12 Mart 1971’de DGM’leri kuran süreçle devam etmiş, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle despotizm ayyukka çıkmıştır. 90’lı yıllarda 141-142-163 kaldırılıp “özgürleşirken” bugün bile hâlâ despotizm aracı olarak kullanılan Terörle Mücadele Yasası ortaya çıkmıştır.

 



işin ilginci özellikle Türkiye burjuvazisinin siyasi temsilcileri kendilerini despotizmin mağduru ilan edip, gerçekten mağdur oldukları despotizmden daha beterini kurarken bir de bunu özgürlük olarak tanımlamaktan asla beis duymamışlardır.

Hiç uzağa bakmaya gerek yok. 12 Eylül 2011 anayasa referandumu için 12 Eylül 1980 despotizminin mağdurlarından oy isteyen Erdoğan, aradan geçen 8 ay içinde 12 Eylül 1980 askeri faşist darbecileriyle ilgili tek bir adım atmamış; ama kendi siyasal duruşunun mağduriyeti kabul ettiği 28 Şubat ve onu yaratanları despotizmle tasfiye etmekten de geri durmamıştır.

 



Sonuçta Türkiye’nin siyasal tarihi aynı zamanda burjuva kliklerinin birbirlerine karşı uyguladıkları despotizmin de tarihidir. Bir despotizme bir şekilde maruz kalan burjuva kliğini egemen olduğu anda kendisine despotluk yapan burjuva kliğine karşı kendisine yapılanı rahmetle aratacak yeni bir despotizmi yaratma tarihinden bahsediyoruz.

 



Burada büyük bir dipnota yer vermek durumundayız. Siyasal İslam ve milliyetçilik ekseninde gerçekleşen Türkiye’deki burjuva klikleri arsındaki egemenlik mücadelesi ve onların (ki siyasal olarak tek başına asla iktidar olamayan ve bu nedenle hem milliyetçiliğe hem de siyasal İslam ile pire yavrusu gibi ilişki kuran, ekonomik anlamda 24 Ocak 1980’den bu yana yaşadığımız liberal) despotizminin de asla ve asla tahammül edemediği ve her daim despotça davrandığı iki kesim daha vardır bu ülkede: Sosyalizm eksenindeki solcular ve Kürtler. Solcular kendilerine yapılan ve de yapılmakta olan tüm despotizme karşı henüz elle tutulur karşı bir konuma gel(e)memişlerdir. Kürtler ise yaşadıkları despotizme karşı daha görünür var olmayı başarabilmiş ancak hâlâ despotizmden nasiplerini almaktadırlar. Bununla birlikte her iki siyasal varoluş da despotizme karşı şu ya da bu şekilde direnmeye devam etmektedir.

 



Devam edersek, burjuva hukukunun tutarlılığı bağlamında söylenmesi gereken cümle şudur: 1960 darbesinde Menderes ve diğerlerine yapılanları alkışlayanın bugün Ergenekon davası sürecindeki hukuki durumları da alkışlaması lazım gelir. Ya da tersine 28 Şubat sürecindeki hukuksuzlukları ön plana çıkaran birisinin Ergenekon Davası sürecindeki hukuksuzlukları da reddetmesi gerekir.

 



Ancak ortada paradoksal bir durum yoktur. Hukuk gibi evrensel olduğu iddiasındaki ilkelerin egemenlik ilişkileri içinde nasıl bizzat bu hukukun savunucuları tarafından ayaklar altına alındığına yeniden şahit olduğumuz zamanı yaşıyoruz.

Ancak sorun şudur. Bu tezatlıklar anlık bir tepki mi (yani bir dönem mağdur olanın egemen olduğunda önceki egemenden aldığı bir öç mü) yoksa çok daha derin, tarihsel ve de gerçekçi bağları var mı?

 



iddiamız o dur ki, yaşanan süreç anlık değil çok ciddi tarihsel yanları var olan süreçlerdir.

 



TARİHSELLİK IŞIĞINDA HUKUKUN ÖZÜ

 



Son yıllarda özellikle Ergenekon davasının geldiği boyut, hukukun tarafsızlığı sloganının en başta hükümet olmak üzere mağdurlar tarafından da seslendirildiği bir süreçten geçiyoruz.

 



Ancak süreci anlamak açısından ilk parçalanması gereken düşünce, hukukun bağımsız ve tarafsız olduğuna dair düşüncedir. En genel ifadeyle kapitalizmin varlık sebebi olarak yutturulmak istenen ‘barışçıl serbest rekabet’ düşüncesi ne kadar saçma ve gerçek dışı ise, tüm yaşanan fiili süreçlere bakıldığında, hukukun bağımsızlığı ve de tarafsızlığı düşüncesi de o kadar saçma ve gerçek dışıdır. Hukukun özüne, doğru biçimde bakmak, hukukun bağımsızlık ve tarafsızlık algısının yeniden ele alınmasını biraz daha kolaylaştıracaktır.

 



Hukukun sembolünün terazi olması rastlantı değildir. Bununla beraber terazinin hukuktaki sembolik anlamını da doğru biçimde tanımlamak gerekir. Terazi hukukta eşitliği değil dengeyi sembolize eder. Çünkü “...hukuk aşağılama ilişkilerinin kabulüdür.”(Zıraman, 2008, 90). Bu nedenle hukukun amacı toplumda o an için tanımlanmış olan aşağılama ilişkilerini ortadan kaldırmak değil, mağdurun maruz kaldığı aşağılanmasını ceza ile (öz olarak aşağılayanın aşağılanmasıyla) dengelemektir.

 



Ama kapitalizmin daha akılcı bir toplum düzenini var sayması, bize mantıksal olarak, hukuku akılla şekilenen bir yapı olarak düşünmemizi salık vermektedir. Bu akılcılık nedeniyledir ki Avrupa hukuku Avrupa burjuvazisinin tarihsel olarak bağını kopardığı feodalizmin dine dayalı mekanizmalarından değil, kapitalizmin zorunlu kıldığı akla dayalı mekanizmalarından daha çok yararlanmıştır.

 



Ancak kapitalizme sonradan giren ülkelerde ise durum tersidir. Burjuvazi gericilikle azami kârı var etmenin yanı sıra gericilikle bütünleşmiş ve hatta burjuva, aklı feodalizm geleneğiyle birleştirmeyi ciddi biçimde başarmıştır. [5]

 



Kaynakça

Zıraman, Doğan Emrah. Aşağılama ilişkileri Üzerine Tezler, 2008, Kavim Yayıncılık,  İstanbul.

 



[4] En güzel örneklerinden birisi ünlü 141-142-163 maddelerinin kaldırılmasını “demokrasi bayramı” olarak yutturmak isteyenlerin, bu maddelerden daha beter maddelerle dolu Terörle Mücadele Yasası’nı çıkarıp 90’lı yıllarda Türkiye’yi kan gölüne çevirmenin, yani yeni ve bir üst despotluğun yolunu açmışlardır.


[5] Burada şunu eklemekte fayda var. Avrupa hukuku ve burjuvazisi akıl ile insanları sınırsızca sömürmek için yanıp tutuşmaktadır. Yani Avrupa-ABD dışlındaki kapitalizme geç giren ülkeler kötüdür, AB ve ABD iyidir demek yapılacak en büyük hatadır. Avrupa burjuvazisini durduran şey akıl değil tam da onun zıttı eylem yani işçi sınıfı başta olmak üzere kitlelerin örgütlü mücadelesi ve birlikteliğidir.

(Birgün)

Doğan Emrah ZIRAMAN | Tüm Yazıları
Hits: 1954