Neden yenildik?

~ 02.04.2012, İlyas BAŞSOY ~

“Neden Yenildik?” Arthur C. Clarke’ın yazdığı bir öykünün adı. Öyküde iki düşman gezegen var. Gezegenler silahlanma yarışına başlar: tüfeğe karşı tüfek, lazere karşı lazer, proton bombasına karşı proton bombası üretirler. Her yeni silaha karşı, o silahı etkisiz hale getirecek kalkan sistemler icad edilir.

Derken bir gün iki gezegen ilk ve son kez bir savaşa girer. Savaş başladıktan kısa süre sonra, anlatıcının gezegeni yenilir. Peki neden yenilir?

Kitle iletişimi siyasi partilerin varlık nedeni. Her parti kendini kitlelere tanıtmak ve fikirlerini yayarak büyümek zorunda. Bu tanımı dikkate alan Türkiye’de tek bir parti var, o da adı ile müstesna “AK” Parti. Diğer partilerde “yayılma” ön kabulünü ara ki bulasın. Neden böyle? Kitle iletişimi ve propaganda geçtiğimiz yüzyıl boyunca sosyalist bilginler tarafından dikkate alındı. Algının kapılarını, “ben” ve “toplum” ilişkisini sosyalistler araladı. Medya ve iktidar ile ilgili yüz kitap yazıldıysa bunun sekseni bizim çocuklara aitti.

Sonra ne olduysa bu bilgiyi unuttuk. Unuttuktan sonra da lanetlemeye başladık. Düşündükçe bu unutuşun temeline bir sözcük koydum: “Mavra”

Beyoğlu’nda sarhoş olunur, aşık olunur, genellikle her ikisi birden olunur. Aşk ve sarhoşluktan güzel bir şey var mı? Peki ben Beyoğlu’ndan niye nefret ediyorum?

Bence Beyoğlu “yavşaklık virüsü”nün yayıldığı yer. Bu virüs solu yiyor bitiriyor. Yavşaklık virüsü mavralı ortamlarda hızla yayılıyor. “Kendi” benzerleriyle bir araya gelen kişiler, kısa zamanda kapalı bir koloni oluşturuyor; “dışarıda”ki kötü dünyaya karşı birleşip, bir tür “köylü” haline geliyorlar. Geceleri gündüzleri, yedikleri içtikleri bir arada gidiyor; internet dünyasının yardımıyla Beyoğlu Köyü, başka kentlerde hatta başka ülkelerde yaşayan hemşehriler yaratıyor.

Köylerin kin dolu bir hafızası vardır. Ama bu kin köyün içinde kaldığı sürece hiçbir şeyi dönüştürmez; bir irin gibi köy meydanında, her doğan (katılan) köylünün belleğinde yaşar. Sirke gitgide iyice keskinleşir, olan kübüne olur.

Mavra içe dönüktür, bilgiyi yükseltse de etkisizleştirir. Dünya hakkında derin bilgilere sahip olduğunuzu düşünürsünüz; oysa dünyadan haberiniz kalmamıştır. Kendi kendinizi onadıkça suratınıza cahillere özgü bir sırıtış yerleşir.

Gorki der ki: Bir devrimcinin görevi kendi gibilerle değil, ötekilerle konuşmaktır. Mavra ile propagandanın temel farkı da bu olmasın sakın?

Artık sadece çocuklarımız, yeğenlerimiz, hısım akrabalarımız “bizden”, sevimli bir köyde olduğu gibi. Benim çocukluğumda derdini “halkımıza” anlatan ve bunu dert edinen sosyalistler vardı. Son otuz yılda bu sosyalistlerin nesli ne zamandır adı bile anılmayan karabatak kuşları gibi tükendi.

Oysa temel mesele budur: Anlatmak... Her yeni doğana, her yeni gelene, hatta gelmeyene, bilmeyene. Kafayı hep içeriye takarsan, dışarıyı göremez, dışarı tarafından da görünümezsin. İki üç köy anlaşıp birleşse de, yine tek bir köy olur. İç tartışmalar su gibidir, ihtiyaç kadar olunca yararlı, daha fazla olunca boğucu.

Türkiye’de sosyalistler “propaganda” kavramını çoktan terk etti. Terk edilen bebekler cami avlusuna bırakılır. Biz çocuğumuzu oraya bıraktık, onu camideki cemaat büyüttü. Propaganda büyüdükçe köyleri, mahalleleri, kentleri ele geçirdi. Terk ettiğimiz bu güç, yükseldi ve bizi kalbimizden vurdu. Burun kıvırdığımız yöntemler, kitlelerin algısını kıvırdı, büktü, şekillendirdi.

Arthur C. Clarke’ın öyküsündekiler şu nedenle yenilir: Oklar... Proton saldırısına karşı kalkanları olan gezegen, ok ve yaya karşı kalkanlar yapmayı çoktan unutmuştur. Savaşı başlayınca düşman orduları birden bire oklarını çıkartır ve “bizimkiler” büyük kayıpların sonunda teslim olur.

Başbakan Erdoğan “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız” diye şiir okuyalı çok oluyor. Bugün olsa bu şiir şöyle değişebilirdi: “Kampanyalar süngümüz, araştırma şirketleri miğferimiz, reklam ajansları kışlamız”

Ana hedefi kız çocuklarını “evlenecek yaşta” okuldan koparıp, oğlan çocuklarını fabrikalara köle etmek olan bir proje; saçlarını şampuan reklamında gibi sallandıran bir genç kadının babasına sarıldığı duygusal reklam kampanyasıyla yürürlüğe girdi. Yurt dışında buna “nöromarketing” diyorlar, siz dilerseniz şark kurnazlığı deyip geçin. Reklamı izledikten sonra gözleri yaşaran bir seçmen “Adam samimi. Bak kız çocukları için neler yapıyor” dedi yanındakine. Ne tesadüf ki konuşanın da, dinleyinin de adı Selim’di. Ve aslında reklamdan kalan tek bir korkunç bilinçaltı mesaj vardı: “Kız çocuklarının okuması babaların kararıdır.”

Günümüzde algı yönetimi en etkili silah. Entelektüelizmin batağında, kibir adalarında yaşarken; birileri bu basit ve temel silahı eline aldı ve bizi darmadağın etti.

Anladım ki CHP’nin algı savaşında kazanması mümkün değil. Çünkü “Neden yenildik?” sorusuna yanıt vermek için öncelikle bu soruyu sormak gerek. CHP’nin gündeminde böyle bir soru bile yok. CHP hala proton silahlarıyla galip gelebileceğini düşünüyor ve Tandoğan’daki katılımcıları saymakla uğraşıyor.

Onlar yerlerinde saymaya devam etsin, biz kolları sıvayalım. İlk hedefimiz Selim Türkhan... Tüm eylemlerimiz ve tüm söylemlerimizle Selimgilleri ikna etmek zorundayız. Çünkü Türkhan ailesi, terazinin dengesini değiştiren ve yeri değişebilen birincil ağırlık.

KESK eyleminde polisin suyuna karşı, pankartlarını bırakmayan o bir grup devrimci var ya, onların gözünü seveyim. Eylemleriyle sloganlarını milyonlara ilettiler.

Mahir Çayan’ın “Örgütü kitlelere tanıtan, yaldızlı laflar değil, eylemlerdir” sözü bu yazının özeti. Solun terk edip, AKP’nin evlat edindiği şey bu cümlede gizli: “Amaç her zaman kendini kitlelere tanıtmaktır.” Eylemler, evinde sütlacını yiyerek bizi izleyen kişiyi etkilerse başarılıdır. Kitlelere ulaşmayı amaç edinmezsen Beyoğlu’nda mavra denizinde debelenirsin. Sonra da belki sorarsın “Biz binde birken, AKP nasıl %50 oldu?” diye.

Derseniz ki “Biz yenilmedik ve proton silahı iyidir.” O da bir düşünce... Hadi gelin bunun mavrasını çevirelim. Cihangir’de cami kahvesinde buluşup, oradan konuşa konuşa Nevizade’ye geçeriz.

(Birgün)

İlyas BAŞSOY | Tüm Yazıları
Hits: 1332