HEDEF İRAN

~ 04.02.2012, Ali ER ~
İç dinamiklerinin çekiciliğine kapılmadan Dünya gündemine nesnel bir gözle bakmak için değerlendirmelerin dayandığı sistematiğe kısaca değinmekte yarar var. Çünkü ülkemizde, çok şükür dakika başı değişen sıcak gündem maddeleri asıl büyük resmi dikkatlerden kaçırmaktadır.
Komşuları ile sıfır sorun ve bölgesel güç odağı olmak iddiası ile ortaya çıkan Türkiye’nin yeni dış politikası, yaratılan büyük beklentileri boşa çıkarmıştır. Özellikle Batı dünyasının inisiyatif aldığı Libya gibi krizlerde veya NATO Füze Kalkanı, NATO Genel sekreterliği seçimi gibi stratejik kararlarda “özgün” çıkışları ile dikkat çeken Türkiye, baskıları görünce boyun eğen bir devlet izlenimini vermiştir. Sıfır sorun derken gelinen noktada Türkiye, kendini neredeyse bütün komşularıyla sorunlar sarmalı içinde bulmuştur. Öngörülemeyen bir gelecekte iç ve dış dinamiklerin rol aldığı bir çatışma ortamına sürüklenmektedir.
Bu genel çerçevede Dünya gündemine göz atarken çok uzaklara gitmeye gerek yok. Çünkü Ortadoğu’daki gelişmeler Türkiye’de olduğu kadar bütün Dünya tarafından da yakından takip edilmektedir. Standard & Poor's tarafından Fransa ve Avusturya gibi büyük ekonomilerin kredi notunun sürpriz bir kararla düşürülmesi ve uluslar arası ekonomik sistemde büyük kırılmalara neden olabilecek küresel ekonomik kriz dahi İran’ın hedefte olduğu Ortadoğu’yu gölgeleyememiştir.
Öncelikle tanım biriliği bakımından Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar bölgenin “Ortadoğu” jeo-stratejik tanımı içinde görüldüğü bilinmelidir. Bu coğrafyada Tunus’ta başlayıp Mısır’dan Libya’ya, Yemen’den Suriye’ye kadar uzanan halk hareketlerini, sadece Ortadoğu halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri ile açıklamak mümkün değildir. Bu gelişmeler aynı zamanda, emperyalizmin Ortadoğu’yu 21nci yy.da yeniden şekillendirmesine yönelik stratejik adımlardır.
Neden mi?
Soğuk Savaş döneminde pek dile getirilmeyen bazı kavramlar, bugün hem ABD, hem de NATO stratejik konseptlerinde yer almaktadır. BM kararları ile de Ortadoğu ve Balkanlarda çeşitli müdahalelerin gerekçesi olarak dayatılmaktadır. Çünkü Soğuk savaşın galibi ABD tehdit ortadan kalkınca varlığını meşru kılacak yeni tehdit arayışına girmiştir. Bölgedeki temel çıkarları ile küresel terörizm ve kitle imha silahlarının yaygınlaşması gibi güvenlik kaygılarını, özellikle İslam ülkelerindeki geri kalmışlık düzeyi, yetersiz ve demokratik olmayan yönetimler ile ilişkilendirerek kendisine yeni küresel güvenlik görevleri yaratmıştır.
Bu bağlamda Irak’a karşı harekâtını “Önleyici Saldırı/ Preemptive Strike”   gerekçesine dayandıran ABD, “Başarısız Devletler” kavramını da günümüzdeki müdahaleler için icat etmiştir.  
27 Mayıs 2010 tarihli Obama’nın Milli Güvenlik Stratejisi[1] ve 19 Kasım Lizbon Zirvesinde kabul edilen NATO Stratejisi[2] de önümüzdeki on yılda Batı’nın tehdit algılaması ve stratejik önceliklerini bu kavram üzerinden tanımlamıştır.
Bütün bu çabaların arkasında enerji kaynaklarının kontrolü, pazarlara ulaşım güzergâhlarının güvenliğinin tesisi ve stratejik rakiplerin bu bölgelerde yerleşmesinin önlenmesi yatmaktadır.  Bunun en yakın örneği Libya’da yaşanmıştır. NATO’nun Libya harekâtı aynı zamanda tarihe “Başarısız Devlet " gerekçesine dayanan ve artık kendilerini "isteksiz emperyalistler " diye adlandıran Batılıların ilk harekâtı olarak geçmiştir. Ama son harekât olmayacaktır.
Aslında bu harekât İran’a yönelik bir harekâtın hazırlığı olsa da aynı zamanda Çin’in Afrika’daki stratejik adımlarına bir cevap olmuştur. Çünkü küresel ekonomik krize kadar ABD’ye göre sürekli birkaç kat fazla büyüyen Çin ekonomisi, ABD üzerinde büyük baskı unsurudur. Çin doğaldır ki; ABD’nin 1990’lardan sonra oldukça alışmaya başladığı tek kutuplu küresel dünya düzeninin devam ettirilmesinde engel görülmektedir ve ABD’nin öncelikli stratejik hedefi Çin’dir.
Çin’in Afrika ve Ortadoğu’da attığı adımlar da sadece ekonomik değil, küresel güvenlik açısından da stratejik bir seçimdir. Bu kapsamda Çin, Pakistan’la yaptığı anlaşma sonucunda Gwadar Limanını sivil maksatlarla özellikle Petrol İthal limanı olarak 2007 yılında kullanmaya başlamıştır. Aden körfezinde kalıcı deniz üssü arayışları ile Afrika ülkelerindeki yatırımları dikkat çekmektedir.
Bu gelişmeler şeytan üçgeninin Irak, İran ve Afganistan ayaklarından sonra Afrika’nın öncelik alacağı ve ABD’nin güvenlik stratejilerinin ağırlık merkezini oluşturacağını göstermektedir. Ancak İran’dan kaynaklanan nükleer risk ve tehditler Çin’e nazaran öncelik almıştır.
Neden İran hedeftir?
1980 Irak-İran savaşının ardından İran için Ortadoğu’da İsrail ve Irak en büyük iki tehdit idi. Irak, iki körfez savaşı sonunda İran’a tehdit olmaktan çıkmıştır. Bu süreçte İran güçlenmiştir.  Ortadoğu’da hem ABD’ye hem de Batı Dünyasına kafa tutabilen bölge devleti ve güç odağı olarak algılanmaya başlanmıştır. Özelikle Batı tarafından terörist diye tanımlanan ancak, son yıllarda Türkiye tarafından doğal müttefik olarak görülen Hamas ve Hizbullah için de İran özel öneme sahiptir.  İsrail için ise bu gruplar en büyük yakın tehdit ve risk teşkil etmektedir.
Irak’tan Amerikan güçlerinin çekilmesinin Irak’ta İran lehine askeri ve politik güç boşluğu yarattığı aşikârdır. Şii’lerin en güvendikleri güç olarak İran öne çıkmaktadır. O halde ortaya çıkan güç boşluğundan İran’ın yaralanmasına olanak verecek koşulların engellenmesi gerekmektedir. Bu nedenle bölgede tansiyonun yükselmesi sürpriz değildir. Sünni Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık El-Haşimi hakkında çıkarılan tutuklama kararı, Amerikan işgali altında sumen altı edilen politik çatışmaları ortaya çıkmıştır. Aslında bu gelişmeler, ileride Sünni-Şii fay hatlarında depreme yol açabilecek enerji birikimidir.
İran’ın yakın gelecekte Irak’ta hâkim güç olma olasılığı şimdilik zayıftır. Ancak buna rağmen Şii politik güç odaklarınca bir kutup yıldızı gibi görüldüğü ve yön belirleyici konumunu koruyacağı yadsınamaz. Bir de İran’ın nükleer silah geliştirme programındaki ısrarı adeta yaraya tuz basmaktır.
Çünkü İran’ın nükleer silah geliştirme programı Batı tarafından ciddi bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Türkiye ve Brezilya’nın muhalefetine rağmen alınan BM Güvenlik Konseyinin yaptırım kararı bunu somut olarak ortaya koymuştur.  ABD ve İsrail İran’daki silah geliştirme programını çok yakından takip etmektedirler. İsrail bu maksatla gözlem uydusunu yörüngesine oturmuştur. İsrail’in acelesinden anlaşılan o dur ki; İran artık somut nükleer tehdit olabilecek safhaya girmiştir. Eğer İran nükleer silaha sahip olursa artık İsrail, “vaat edilmiş” topraklarda kendisini misafir görmeye başlayabilir ve bunu ne ABD ne de İsrail göze alabilir.
Bu nedenle Arap baharı kapsamındaki Tunus, Mısır, Libya ve son olarak Suriye’deki olaylar; ABD’nin doğrudan kendisi veya başta İsrail olmak üzere müttefikleri ile İran’a karşı olası güç kullanma planları için güvenlik ve harekât ortamın şekillendirilmesi çerçevesinde de değerlendirilmelidir.
Türkiye ise, bu gelişmeler içinde Arap Birliğinin Arap olmayan liderliğine soyunmuş görünmektedir. Üstüne üstlük bu adımların Türkiye’nin hem iç dinamiklerinin hem de bölgesel ve küresel çaptaki ulusal hak ve menfaatlerinin gereği olduğunu gösteren inandırıcı gerekçeleri yoktur. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Cilinton’un  'Türkiye’nin Suriye’deki rolü ile ilgili olarak “Bu süreç (Suriye'ye baskı süreci), Arap Birliği ve Türkiye'nin öncülüğüyle mi yürütülmeli?'' şeklindeki bir soruyu ''evet'' diyerek onaylaması ise manidardır.[3]
Gerekçesi ne olursa olsun bugünlerde Türkiye’nin Suriye’de üstlendiği görev zamanında sonuçlandırılamadığı için olacak, BM Güvenlik Konseyi'nin son Suriye toplantısında konuşan ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Dünyaya "Ya bizimle, Suriye halkının yanındasınızdır ya da şiddetin devam etmesinde suç ortağı olursunuz"[4] diye rest çekti. Bu rest artık Suriye’de olduğu kadar İran için de oyunun son aşamasına gelindiğinin bir göstergesidir.  
Anlaşılan Türkiye’nin ağabeyliğindeki Arap Birliğinden umut kesen ABD, inisiyatif almak zorunda kalmıştır.  Çünkü Suriye’deki gelişmeler, İran’ı hedef olan politikaları doğrudan etkilemektedir. Suriye, İsrail-İran arasında tırmanan her krizde kategorik olarak İran’ın yanında yer almıştır ve değişen bir durum yoktur. İran için de aynı durum geçerlidir. Buna ilave olarak Esat rejiminin devamı, İran’ın Lübnan’daki Hizbullah’ı da kullanarak İsrail üzerinde baskı kurmak ve bölgedeki diğer oyun planları için hayati önemi haizdir.
Bu nedenle Suriye’deki rejim değişmedikçe İran’a karşı harekâtın başarısı riskli olacaktır. Sadece bu bile BM güvenlik konseyi daimi üyeleri Rusya ve Çin’in Suriye’nin yanında durmaları için yeterli bir gerekçedir. Dış müdahale uzak olsa da ihtimal dışı değildir. Ancak Beşar Esad’ın onurlu bir yenilgiye ikna edilme olasılığı yüksek görülmektedir.
Hedefteki İran üzerinde ise savaş bulutları toplanmaktadır. Son olarak ABD Savunma Bakanı Panetta, İran'ın nükleer silah edinmesi ve Hürmüz Boğazı'nı kapatmasının kendileri için kırmızıçizgi olduğunu açıkladı.  Panetta her iki durumda da karşılık vereceklerini söyledi. Ayrıca İran’da temsilciliği bulunmayan ABD, özellikle İran’ın Hürmüz boğazının kapatmasının ABD’nin kırmızıçizgilerini aşmak olacağını diplomatik aracıları vasıtası ile İran’a bildirdi.
ABD bu diplomatik ataklarının yanında sert gücünü de adım adım oyun alanına sürmektedir. İran’ın Hürmüz boğazını kapatma tehdidine karşı ABD, USS Abraham Lincoln uçak gemisi ile birlikte bir İngiliz Firkateyni ve bir Fransız Savaş gemisini Hürmüz boğazına sokarak kararlılığını göstermiştir.  Kanada da Doğu Akdeniz’e bir savaş gemisini gönderdiğine göre artık herkes saflarını belirlemektedir. İsrail denizaltıları ile aylardır bölgedir. Özetle Emperyal güçler koalisyonu oluşmuştur. Ayrıca ABD Deniz kuvvetlerinin en eski ve ilk nükleer güçle çalışan uçak gemisi olan USS Enterprise da yeni bir savaş görev grubu ile son muharip görevine çıktı. Mart ayında bölgede olacak.[5]
ABD’nin bütün bu karalılığa rağmen Wall Street Journal gazetesine konuşan ve adı açıklanmayan Pentagon yetkilileri, ABD’nin şu an elinde bulunan silahların İran’ın yeraltındaki gizli nükleer tesislerini vurabilecek güçte olmadığını vurgularken, Bakan Panetta da bu amaçla çalışmalarını sürdürdüklerini söyledi.
Buna karşılık İsrailli ünlü gazeteci Ronen Bergman ise, İsrail’in siyasi ve askeri kulislerine dayandırdığı araştırmasını NYT gazetesinde yayınlayarak, İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine 2012’de saldıracağını iddia etti.[6] Bu çelişki ABD ile İsrail arasında bazı konularda görüş ayrılıklarını açığa vurmuştur.
Sorun büyük bir olasılıkla hedefleri tahrip edebilecek harp silah araçları veya topyekûn askeri yetenek noksanlığında değil, harekâtın hesap edilemeyen   “çıkış stratejisinde/exit strategy” düğümlenmektedir.
Çünkü 1981 yılında Irak ve 2007’de de Suriye’deki Nükleer Reaktörlere hava saldırısı yapmaktan çekinmeyen İsrail, anlaşılan yine pragmatik bir yaklaşım içindedir. Ancak bu sefer durum çok daha ciddi ve sadece birkaç tesisi ortadan kaldırmakla sınırlı değildir.  Durumun önem ve vahametini anlamak için Hürmüz boğazından dünya petrol ihracatının %20’sinin özellikle deniz yolu ile taşınan Dünya petrolünün %35’nin geçtiğini hatırlamakta yarar vardır. [7]
İşte bunu gören ABD her türlü yolu denemektedir. AB dışişleri bakanları, İran’a kademeli petrol ambargosu ve merkez bankası aktiflerinin kısmen dondurulması dâhil sert yaptırımlar ilan ederek ABD’nin elini güçlendirmiştir. Bu karara göre İran’ın toplam ihracatının %20’sini satın alan AB üyeleri, İran’dan ham petrol ithalatıyla ilgili yeni sözleşme yapamayacak ve mevcut sözleşmeler 1 Temmuz’da sona erdiğinde AB’nin İran’dan petrol ithalatı tamamen durmuş olacaktır.[8]
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve Hazine Bakanı Timothy Geithner ortak bir açıklama yaparak, AB’nin bu kararını memnuniyetle karşıladıklarını, bu tedbirlerin İran’a yönelik uluslararası çabaların en sağlam adımı olduğunu vurguladılar.[9]
Rusya ise derhal en sert biçimde bu yaptırımlara karşı çıkarak durumu kötüleştirmekten başka bir işe yaramayacağını belirtti.  Sergey Lavrov tek taraflı yaptırımların sorunun çözümüne yardım etmeyeceğini vurguladı.[10]
AB’nin bu konuda aceleci tavrı İsrail’i yatıştırmak ve kontrol etmek için atılan bir adımdır. Ancak 1 Temmuzdan itibaren İran’a yaptırım öngören AB kararı gösterilen aceleden olacak geri tepmiştir. Çünkü İran, buna karşılık AB’ye petrol ihracatına yasak getirecek bir tasarıyı görüşeceğini açıklayarak meydan okumuştur.
Çünkü İran’ın petrol ihraç ettiği ülkeler arasında AB ülkelerinin ağırlığı nispeten azdır. ABD Enerji Enformasyon Dairesine göre; İran’ın en fazla ihracat yaptığı ülkeler arasında toplam ihracatının %20’si ile Çin gelmektedir. Bunu %17 ile Japonya, %16 ile Hindistan ve %9 ile Güney Kore takip etmektedir. Avrupa’da ise en büyük ithalatçı %10 ile İtalya bulunmaktadır.[11]
İran’ın en önemli müşterilerinden Japonya Amerika’yı politik olarak destekliyor görünse de İran’dan petrol ithalatı konusunda şimdilik somut bir adım atmış değil. Amerikan baskısına rağmen Çin’in ve Hindistan ise ithalata devam edecek gibi görünmektedir.
Diğer taraftan İran’ın nükleer programında görev yapan bilim insanı bombalı bir saldırıda öldürüldü. Bu saldırının örtülü harekât olduğuna hiç şüphe yoktur. Aynı günlerde İran Meclis Başkanı Ali Laricani, Meclis Başkanı Cemil Çiçek'in daveti üzerine Ankara'ya geldi. Ama bu ziyaret Meclis başkanları arasındaki iyi niyet ziyaretinin ötesinde bir ziyarettir. Ülkesinin nükleer programına ilişkin düzenlenen uluslararası müzakerelere uzun süre başkanlık etmiş olan Ali Laricani’in İran’ın Nükleer program üzerinde sınırlı da olsa kalan manevra alanlarını Türk yetkililerle görüştüğünü söylemek ileri bir değerlendirme olmaz.
Çünkü İran ABD kırmızıçizgilerini açıklarken bölgedeki deniz gücünü adım adım savaş düzenine sokmaya başladığını görmektedir. İsrail ve ABD'nin bahar aylarında yapacakları ortak askeri tatbikat ertelense de ABD Genelkurmay Başkanı Orgeneral Martin Dempsey'in  İsrail'e ziyaretinde bir değişiklik olmamıştır. Bunun bir anlamı da artık tatbikat için harcanacak zaman kalmadığı olabilir.
Sonuç olarak, İran’da Irak’taki gibi bir işgal harekâtı beklenmemelidir. Çünkü kim ne derse desin İran, yüzyıllardır işgal görmemiş bir ulustur. Ne Irak’tır ne de kabileler koalisyonu Libya’dır. Körfez ülkeleri arasında en güçlü konvansiyonel askeri güce sahiptir. Üstelik bölgede İran’ın insan gücünün ideolojik adanmışlığı ve ulus bilinci başlı başına bir kuvvet çarpanıdır.
 ABD’nin iki hedefi olacaktır. Asıl görünen hedef nükleer tesislerin imhası olsa da gerçek hedef İran halkını İran İslam Cumhuriyeti’ne artık yeter diyecek bir noktaya getirmektir. Bu nedenle ABD ve İsrail şimdilik bilim insanlarını hedef alan örtülü harekâtını halkı ayaklanma noktasına getirebilecek hedeflere genişletebilir. Bunlardan da sonuç alınmaz ise Mart ayından itibaren nefeslerimizi tutarak tarihin en ağır bombardımanın şahidi olabiliriz.  Çünkü ok yayadan çıkmıştır. Artık İran’da yeni bir rejim iktidara gelmeden ne ABD ne de Batı ve İsrail kendini güvende hissedebilecektir.
Türkiye mi? Bu kadar felaket tellallığı yetmez mi? Ancak en az İran kadar kaybeden bir ülke de Türkiye olacaktır.
 
Ali ER


Hits: 3373