İş başörtüsüyle bitmez

~ 23.10.2010, Mehmet Ali KILIÇBAY ~

Bir dildeki kelimelerin kökenleri ve anlamsal bağlamları, o dili kullanan toplumun yapıları ve zihniyetleri hakkında paha biçilmez bilgiler verir. Türkçede toplumsal işleyişe ilişkin hükümleri iki kelime ile ifade ediyoruz. Arapçadan gelen kanun ile Moğolcadan gelen yasa. Kanun kelimesi, Arapçaya da Yunanca kanon kelimesinden geçmiştir ve dinsel kural demektir. Nitekim aynı kelimeyi canon biçiminde alan Batı dilleri, bunu yalnızca Kilise hukukunu ifade etmek için kullanmaktadırlar.Yasa teriminin kökeninde ise yasak, yani yapılması engellenmiş eylemler vardır.

Demek ki Türkçe, bir yandan kanun kelimesi aracılığıyla değişmez (çünkü din kökenli) bir hükümler bütünü algılarken, diğer yandan da bunların  yasakları düzenlediğini belirlemektedir. Yani Türkiye’de yasalar, yurttaşlara “cızz!” demek için çıkartılmaktadır. Yani yurttaşların haklarını düzenleyen bir yasa sistematiğine henüz ulaşamadık.

Oysa Batı dillerindeki yasa karşılığı kelimelerin tamamı hak’larla bağlantılıdır. Nitekim hak ile hukuk birçok Batı dilinde aynı kelimeyle ifade edilir. Türkçede de Batı mantığından aktarılarak, Arapçada olmayan bir şekilde, hukuk (haklar) kelimesi, Yasalar Sistemi’ni ifade eder bir şekilde kullanılmıştır. Ama genel zihniyette, tıpkı Osmanlıda da olduğu gibi, kanun ve içerdiği ilahilik ile değişmezlik ve “hikmetinden sual olunmazlık” kavrayışı devam etmektedir.

Eğer bir toplum, haklarını düzenleyen yasaları bizzat yapmıyorsa; yasalar hakları değil de yasakları öncelikli olarak düzenliyorsa, o toplum henüz demokrasinin bekleme odasında demektir. Çünkü, ancak hakları düzenleyen, imtiyazları lağveden ve bunları güvenceye alan hukuk sistemleri demokratik olabilirler. Buna karşılık yasaların yasakları düzenlediği sistemlerde, kanun koyucu ayrıcalık ihdas eder, bu ayrıcalıkları güvenceye alır ve hakları ihlâl eder.

Yüksek Öğretim Kurulu, başörtülü öğrencilerin derslere girebileceklerini bildirdikten sonra, Kurul’un başkanı Yusuf Ziya Özcan, “Garanti ediyorum. Bugün nasıl başörtülü öğrencilerin üniversiteye girmesini sağlıyorsak, başörtüsüz öğrenciler de bizim öğrencimizdir… Onun için onlar da bizim güvencemiz altındadırlar, hiç merak etmesinler. Nasıl bugün başörtülü öğrenciler için bir şeyler yapıyorsak, eğer bir baskı olursa başörtüsüz öğrenciler için de aynı tedbirleri alırız” dedi. Bu söylem, evrensel hukuk normlarının tamamen zıddındadır. Üniversiteye gitmek sınavı kazananlar için bir haksa, bu hakkın güvencesi şu veya bu kurumun başkanı değil, doğrudan o hakkı belirleyen yasanın kendisidir. Çünkü demokratik hukuk sistemlerinde, yasalar hakları belirlemekle kalmazlar, bu hakların ihlali halinde uygulanacak yaptırımları da koyarlar.

Öte yandan, başörtüsü ile “başörtüsüzlük” kıyaslanabilir kıyafet tercihleri değildir. Aynı düzlemde ele alınmaları olanaksızdır. Başörtüsü, bir kıyafet değil, bir dinin kadın mensuplarının tabi olması istenilen dini bir hükümdür, yasalarla ihdas edilmemiştir, öyleyse bir hak değildir. Ayrıca bir dine mensubiyeti işaret ettiği için siyasal yansımaları olan bir simgedir. Nihayet, YÖK’ün uyguladığı “başörtüsü serbestisi”, istisnasız bütün dinsel simgelere üniversitede serbestlik getirmeyip, yalnızca Sünni-Hanefi İslami anlayışın bir uygulamasına yer açtığı için, bir hak’kın teslimi ve ihdası olmayıp, bir ayrıcalık tesis edilmesidir. Üstelik bu hüküm yasalar tarafından konulmamış, yasa koyucu olmayan YÖK tarafından belirlenmiştir.

Türkiye eğer demokratik bir ülke olsaydı ve aşırı siyasallaşmış başörtüsü sorunun gerçekten çözmek isteseydi, kamusal alanda oluşmuş bütün dinsel imtiyazları ortadan kaldırırdı. Örneğin sadece Sünni-Hanefilere hizmet veren Diyanet İşleri Başkanlığını lağvederdi, İmam-Hatip Liselerini kapatırdı… Ondan sonra da istisnasız bütün dinsel simgeleri (haç, kippa, zülfikâr, şeytan resimleri, “God is dead” sloganlı tişört vb) heryerde serbest bırakırdı ve gene örneğin misyonerlere suçlu muamelesi yapmazdı.

(Habertürk 21.10.2010)

Mehmet Ali KILIÇBAY | Tüm Yazıları
Hits: 2585