Anayasal geleneğimizde 1924

~ 26.10.2011, Murat SEVİNÇ ~
Liderlerini ağzı açık seyreden günümüz vekillerine 1924'ün tutanaklarını okutsak, mahcubiyet hissederler mi?

 

Anayasal geleneğimizde 1924
TBMM nin ikinci anayasası olan 1924 metni, bugünkü hukuksal tartışmalar açısından çok önemli.

Cumhuriyet’in anayasa macerasında ilk durak, 1924 Anayasası. 1924 metni ve uygulaması, bugünkü siyasal/hukuksal tartışmalar açısından yaşamsal önemde. 1924-1950 ve 1950-1960 arasında farklı tartışmalara sahne olan Anayasal düzen, 27 Mayıs sonrasındaki kutuplaşma ve kullanılan siyasi jargonun da kaynağı oldu. Bugün Başbakan ve bakanlar, muhafazakâr siyasetçi ve yazar/çizerin ifadeleriyle, Menderes-Bayar çizgisi arasındaki aynılık çok dikkat çekici. Yine, 2011’in anayasa tartışmalarında 1924’ün egemenlik anlayışına yapılan vurgu da boşuna değil. Tümü, o günkü siyasi mücadelenin farklı bir dünyada, farklı koşullarda ama benzer zihniyet ve sözcüklerle günümüzdeki yansıması.

Bölge yönetimleri
Savaş sonrası ulus-devlet inşası hedefiyle hazırlanan 1924’ün ilk önemli mirası, 1921’deki yerel yönetim anlayışının bütünüyle terk edilmesi oldu. Üniter devlet yaratılırken bölge yönetimlerinden vazgeçilmesi doğal olmakla birlikte, 29 Ekim 1923 gününe dek Mustafa Kemâl’in de tercihi olduğu belgelenmiş yerel yönetim yapısının, neredeyse hiç tartışılmadan kabul edilmesindeki garipliği bir kez daha hatırlatmakla yetinelim. 1924 Anayasası, yerellik açısından yeniden Kanun-u Esasi devrine döndü. 1876’daki temel ilke “tevsii mezuniyet ve tefriki vezaif” (yetki genişliği ve görevler ayrımı) kuralıdır. Bu ilke az çok sapmalarla günümüze dek uygulandı. 1924 TBMM’sinde, Abdullah Azmi Bey 1921’in “şuralarını” hatırlatınca, Celal Nuri Bey hiç de tatmin edici olmayan “şimdikilerin de tüzel kişiliği olacak vs.” açıklamalarıyla soruyu savuşturmuştur. İki Anayasa’nın benzerliği ise, yeni mülki idarenin de 1921’de olduğu gibi “coğrafi durum ve ekonomik ilişkiler” (md.89) ölçütüyle tanımlanmasıydı. Kaza ve nahiyeler vilayetleri, kasaba ve köyler ise nahiyeleri oluşturacaktır. Diğerlerinden farklı olarak nahiyelerin tüzel kişiliği kaldırılmıştı. Vilayet işleri, yetki genişliği ve görevler ayrımı ilkesiyle yerine getirilecektir. Sonrasında çıkan bazı yasalar düşünüldüğünde, merkeziyetçi “vilayetin genel/özel işleri” anlayışına dönüldüğü görülür. Oysa 1921’de “mahalli işler” söz konusuydu. Uzatmayalım, 1924 ile yerelin kısmen de olsa kendi kaderi üzerinde karar sahibi olacağı anlayışı, terk edildi. Dönem içinde çıkarılan bazı yasa ve uygulamalar (Umumi Müfettişlik ve Tunceli Kanunları gibi) iç güvenliğe yöneliktir ve günümüzde gündeme gelen bölgeselleşme açısından ancak “olumsuz örnekler” olarak anılabilir.

Hükümet sistemi
1924 Anayasası’ndan bugünkü anayasa tartışmalarına miras kalan diğer önemli konular; hükümet sistemi, yurttaşlık tanımı, değiştirilemez madde ve özellikle “egemenlik” tanımı/uygulaması. Anayasa ile benimsenen hükümet sistemi, Kurtuluş Savaşı ve 1921 Anayasası geleneği etkisiyle, “meclis hükümeti” ile “parlamenter sistem” arasında bir yerdedir. Her iki yapının da özellikleri görülür. Hükümet sisteminin 2011 açısından belki de en anlamlı yanı, Mustafa Kemâl’e rağmen TBMM’nin yetkileri konusunda sergilediği kıskançlık ve cumhurbaşkanı makamını gereğinden fazla güçlendirecek bazı düzenlemeleri reddetme eğilimiydi. (Liderlerini ağzı açık seyreden günümüz vekillerine 1924’ün tutanaklarını okutsak, mahcubiyet hissederler mi acep?) Anayasa’da parlamenter sistemin devlet başkanı modelinden taviz verilmemişti. Yurttaşlık tanımıysa, bugüne kalan en sorunlu konulardan. 1961 ve 1982’deki tanımdan daha başarılı kuşkusuz: “…vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” Öneride “vatandaşlık bakımından” sözü yoktu. Hâl böyle olunca Müslüman olmayanların durumu vekillerin kafasını karıştırdı. Sonuçta, gayrimüslimlere Türklük sıfatı lâyık görülmedi. Naim Hazım’ın “Türkiyeli” önerisi de kabul edilmeyince, Türklüğe leke sürmeyecek bir formül üzerine anlaşıldı: “Vatandaşlık bakımından herkese Türk denir.” Günümüzü etkileyen bir diğer konu, Anayasa’nın dokuzuncu maddesiyle “devlet şeklinin” (Cumhuriyet) güvence altına alınmasıydı. 1961 ve 1982 Anayasaları da (kapsamı genişleterek) bu geleneği sürdürdü. Değişmez hüküm, özellikle Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşunun ardından, anayasa değişikliklerinin incelenmesi bağlamında ciddi tartışmalara neden oldu.
1924’ün en can alıcı mirası ise herhalde “egemenlik” tanımı/anlayışıdır. Millet egemenliğini kullanan yegâne organ TBMM’dir. Bu, meclis hükümeti sisteminin bir özelliği. 1950’ye dek sorun çıkarmayan (hatta İstiklâl Mahkemeleri ile yargı yetkisi de kullanılır) böylesi bir egemenlik tanımının yol açabileceği olumsuzluklar, DP idaresi ve CHP-DP çatışmasıyla gün yüzüne çıkmıştır. Başka bir dönem ve demokrasi anlayışında İngiliz tarzı parlamento anlayışına da elverişli olabilecek bu ilke, 1950’den sonra büyük bir çözümsüzlüğe ve etkileri bugüne dek süren egemenlik kavgasına neden oldu. Özetle: Egemenlik kayıtsız şartsız milletin ise ve bir parti TBMM’de üyeliklerin çoğunluğunu kazandıysa, egemenlik o çoğunluğundur (partinin!) ve kayıt altına alınamaz. Bu, zorunlu bir sonuç değildi ancak hararetli çatışmada DP’liler böyle bir değerlendirmeyi tercih etti. Sonraki anayasa geleneğimizi belirleyecek pek çok kurum ve bir sonraki yazıda anlatılacak “millet iradesine ortaklar getirildiği” eleştirisi ile günümüzde AKP’nin her eylemini “millet istiyor” argümanına dayandırması (bu saçmalığın zirve noktası KHK’lerdir) söz konusu kavganın ürünü. Dolayısıyla, bugün 1924 Anayasası’nın egemenlik anlayışının örnek alındığını/alınacağını dile getirmek, TBMM üstünlüğüne yönelik basit bir iltifattan öte anlamlar ve rövanş hissi veriyor.
2000’lere tartışılacak çok şey bırakan 1924 Anayasası’nın sonu, bir başka kötü miras olan 27 Mayıs darbesiyle geldi. Gelecek yazının konusu; bugünkü muhafazakâr siyasetçilerin ağabeyleri tarafından bir türlü benimsenemeyen 1961 Anayasası ve özerk kurumlar olacak.

(Radikal 2)

Murat SEVİNÇ | Tüm Yazıları
Hits: 2490