TERÖR: KAN ÜZERİNDEN POLİTİKA

~ 19.10.2011, Ali ER ~
Filistin’de ve İsrail’de Anaların şükür duaları ile çocuklarına kavuştukları gece Türkiye’de, şehit düşen Mehmetçiklerin ardından içimiz yandı, Analarımızın feryatları yüreklerimizi bir daha derinden dağladı.
Yine PKK, yine istatistiklerde sayılara sığdırılmaya çalışılan şehitlerimiz, yine siyasetçilerimizin zaman tünelinde kaybolup gidecek kan üzerinden, kan odaklı söylemleri…
Karşı karşıya bulunduğumuz Terör eylemi, ulaştığı boyutları itibarı ile Türkiye’nin bölgedeki egemenliğini ve varlığını sorgulatacak seviyededir. Türkiye’nin kendi inisiyatifi dışında çekilmek istenen şiddet sarmalına çıkarılmış bir davetiyedir.[1]
Böylesine nefret uyandıran terör eylemlerinin ardından gözler TSK üzerine çevrilmektedir. Kim ne derse desin TSK düzenli bir ordu olarak mevcut hukuki çerçeve içinde kendisine verilen görevleri büyük özveri ve üstün görev anlayışı içinde yürütmektedir. Ama yine de terörle mücadelede en ufak bir hata veya başarısızlık halinde fatura TSK’ne kesilmektedir ve korkarım yine TSK’ne kesilmeye çalışılacaktır.
Yaz boyunca “terörle mücadelede polis daha etkin olacak” açıklamaları bu tutumu ayan beyan açığa çıkarmıştır. Askerin yerine Polisin kullanılması tartışılmaları bütün yaz döneminde terörle mücadelede her şeyin önüne geçmiştir. Hatta halkımız için umut dahi olmuştur. Ancak bu süreç içinde somut bir terörle mücadele konsepti ve stratejisi maalesef ortaya konamamıştır.
Üstelik art arda gelen TSK’nin itibarsızlaştırılması girişimleri TSK’lerinin emir komuta sistemini felç ettiği gibi, harekât alanında personelin hem kendine hem de Komutanlarına karşı güvenini erozyona uğratmıştır.
Buna karşılık PKK terör örgütü yurt içinde belirli bölgelerde fiili hâkimiyetini tesis etmiştir.
Yoksa Sayın Cumhurbaşkanının bölgeye ziyaretinin hemen ardından böylesine kapsamlı bir saldırının, bu kadar kısa süre içinde sadece Irak Kuzeyindeki yapılanma ile gerçekleştirilmesi mümkün değildir. Çünkü böyle bir saldırı yerinden istihbarat ve lojistik destek olmadan gerçekleşemez. 
Yaz boyunca devam eden Askerin terörle mücadelede başarısız olduğu söylemlerini hatırlatmakta yarar var. Adeta vurun abalıya… Bir taraftan sınırdan sızmaya çalışan 12 terörist ölü ele geçirildi niye Asker hiç kayıp vermedi? Bir taraftan da Silvan’da 13 şehit verdi yok canım PKK’nın ateşi ile değil, kendi uçaklarımızın attığı bombalar yaktı gencecik fidanlarımızı… Şimdi de Çukurca’da, Şemdinli’de ve Yüksekova’da eş zamanlı saldırı ile bir gecede yüreklerimizi dağlayan şehitlerimiz… Şükürler olsun bu sefer kimsenin şüphesi yok failin kim olduğu hakkında.
Ancak İnsan hayatının istatistiklere dönüşmesi bu mücadelede en önemli hassasiyettir ve insanlık ayıbıdır. Çünkü artan her şehit sayısı toplumsal şiddet sarmalı içinde halkımızın dayanma eşiğini yükseltmektedir. Yükselen dayanma eşiği ile yaşanan trajedinin kamuoyunca algılanması ters orantılıdır.
 Şehitlerimizin ardından BDP’den “Hükümete de PKK’ya da savaşı durdurma” çağrısı yapılırken, Cumhurbaşkanı ise misli ile cevap verilecektir şeklinde anında tepki göstermiştir. Sayın Başbakanın “terörle mücadelenin uzun soluklu bir mücadele olduğu” saptaması ise, bizleri aydınlatmıştır(!).
Sürekli tekrarlanan bu gibi söylemlerin ortak paydası bu ülkenin gençlerinin akıttığı kan olduğunu hiç kimse unutmamalıdır. Bu söylemler, toplum içinde safları daha da keskinleştirmektedir. Artık soruna sağduyu ile yaklaşma şansı gittikçe azalmaktadır. Adeta ülke çapında akıl tutulması yaşanmaktadır. Ölen teröristin veya Şehitlerimizin arkasından gözyaşı döken gözler için, şehit veya ölü ele geçen terörist sayısı maalesef sevinç pırıltısı olabilmektedir.
Özellikle etnik temelde gelişen bu duygusal tepki, ulusal birlik beraberlik ve toplumsal barış için en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Kürt sorunu artık sadece sosyal, kültürel ve ekonomik değildir. Türkiye’de Kürt sorunu Kürt sorunu olmaktan çıkmıştır. Kürtlerin özgürlük ve bağımsızlık mücadelesine dönüşmüştür.  
Son 30 yıl içinde terör ortamında serpilen kuşaklar için terör örgütünün anlamı farklıdır. İsyan kültürü içselleştirilmiş; ayrışma ve kalkışma maalesef bölge halkı arasında gün geçtikçe artan ölçüde taraf bulmaktadır.
Korkarım Habur’un yıldönümü 19 Ekim’de gerçekleşen bu saldırı, “Türkiye’de Kürt Kalkışmasının” son evresinin miladı olarak tarihteki yerini alacaktır.
Bu kadar ciddi bir terör eylemi karşısında dahi Hükümet tarafından sorunun çözümü için tedbirler geliştirilmesi yerine kamuoyunda algı yönetimine öncelik verilmektedir. Sayın Başbakan 24 Şehidin verildiği gecenin ardından yaptığı basın açıklamasında “internet andıcı” ile ilgili söylemleri öne çıkarabilmektedir.
Aslında sunun şurasında üç dört ay kadar önce sandığa giden halkımız bu konuda AKP’den ne duymuştur? “Önce Açılım” sonra seçimler yaklaşınca “Türkiye’de Kürt Sorunu yoktur” söylemleri dışında…
Bugün 30 yıla yaklaşan sürede bölücü terör örgütüne karşı verilen mücadelenin başarısızlığını AKP’nin veya sadece Başbakanın üzerine yıkmak da doğru değildir. Çünkü başarısızlığın en önemli nedeni geçmişte de çözümün sürekli olarak askeri tedbirlerde aranması ve Askere ihale edilmesidir. Siyasi İktidarların inisiyatif ve sorumluluk almamasıdır. Kim Türkiye’de terörle mücadeleden hangi bakanlığın sorumlu olduğunu kesin ve net olarak bir çırpıda söyleyebilir? Kimse; Maalesef 30 yıldır bu sorumluluk dahi belirlenememiştir.
Ancak artık bugün geçmişin muhasebesi ile günü kurtarma zamanı değildir. 2002 yılında terörle mücadelede altısı asker toplam on şehidin verildiği Türkiye’yi teslim alan AKP iktidarında terör, ”marjinal seviye”den bir gecede 24 Mehmetçiğimizi şehit verdiğimiz şiddet sarmalına dönüşmüş ise, artık başarısızlığın sorumlusunun aranması anlamsızdır ve inandırıcı da değildir.
Hele hele TSK’lerinin veya diğer istihbarat ve güvenlik güçlerinin başarısızlığın sorumlusu olarak inatla gösterilmesi, yine bir 30 yıl daha hataların tekrar edileceği anlamına gelir. Çünkü sorun sadece güvenlik stratejileri bakımından ele alınmayacak kadar karmaşık ve çok yönlü boyutlara ulaşmıştır.
Bugüne kadar iktidarlar ne yapmıştır? Dar bir bakış açısı ile sorunu bir yüzünden bakarak, bütününü işine geldiğince tanımlanmaya ve kullanmaya çalışmıştır. Sorun gerçek boyutlarında her veçhesi ile tanımlanmalı ve doğru konumlanmalıdır. Unutmayalım ki; “Durduğunuz yer gördüklerinizi belirler…”
Korkarım yaz boyunca peşine takıldığımız, Askerin yerine Polis kullanılması söylemlerinin ardından şimdi de sınır ötesi harekât gibi 90’lı yıllardan kalma stratejik hataların içine düşülecektir. Bu hataların taktik bazı manevralarla düzeltilmesi de mümkün değildir. 
Diğer taraftan Terörle mücadelede hala yeni arayışlar içinde olunması ve hala tecrübelerden yeterince dersler çıkarılamamış olması özellikle devletin kurumsal hafızası adına üzücüdür. Ancak şimdi zaman, geçmişi ve güvenlik güçlerini suçlamak zamanı değil, gencecik fidanların toprağa düşmesine son verecek siyasi kararlılığın ve sorumluluğun gösterilmesi zamanıdır.
Bu nedenle sorunu gerçek boyutlarında tanımlayıp, alınması gereken tedbirler üzerinde katkıda bulunmak muhalefet partileri dâhil, STK ve bütün güç odaklarının ortak görevidir. Bu konuda Ana Muhalefet partisinin saptamaları göz ardı edilmemelidir.
Bölge halkına devletin bütün kurum ve kuruluşlarının eş güdüm içinde ulaştırılması için gösterilecek siyasi irade ve kararlılık sorunların çözümü için en kritik adım olacaktır.
Bölgede demokratik talepler hep ön plana çıkmaktadır. Ancak bu taleplerin samimiyetten uzak olduğu açıktır. Çünkü bölgede birey yoktur, örgüt baskısı, feodal baskı ve tarikat baskısı bireyi ve özgür düşünceyi esir almıştır. Sorun demokrasi ise; bütün Türkiye sınırları içinde sorundur. Ulusal bütünlük içinde tam demokrasiye ulaşmak hepimizin vazgeçilmez ortak hedefi olmalıdır. Ancak “Analar Ağlamasın” sloganları eşliğinde PKK gün ve gün siyasallaşma sürecinin sonuna yaklaşmaktadır. Hatta toplum bölücü terör örgütü başı ve aracılarından medet umar hale getirilmiştir. Bölücü başının muhatap alınması düşüncesi halkımıza hazmettirilmektedir, hatta bir vakıadır.
İşte Terörle mücadele açısından en büyük tehlike ve stratejik hata; bölücü terör örgütü başı veya temsilcilerinin muhatap alınmasıdır. Çünkü Terörle mücadelede tek başarı kıstası; Terör Örgütünün terörden vazgeçmesi ve silahlarını şartsız bırakmasıdır. Yasalara bağlılığını teyit etmesidir. Terör örgütü temsilcilerinin açık veya örtülü bir şekilde muhatap alınması ise; olsa olsa, terör örgütünün başarısının tescil edilmesi ve iradesinin kabul edilmesidir.
Bundan cesaret alan BDP de, bölücü terör örgütünün paralelinde sınırlarını çizdikleri bir bölgedeki halkın temsilcisi olarak kendilerini tanımlarken, TBMM’de Millet adına yasama yetkisini kullanma konusunda karasızlık göstermektedir. Kâh Kandil, kâh İmralı arasında gidip gelen “Demokratik İradeleri(!) kendi iradelerine galebe çalmış, “Demokratik Özerklik” kararı ile merkezi devlet otoritesine fiilen meydan okumuşlardır.
Artık gelinen noktada terörle mücadelenin çok yönlü ve bütüncül bir anlayışla yürütülmesi ve siyasi sorumluluğun iktidarlarca üstlenilmesi gereği aşikârdır. Öncelikle “Demokratik Özerklik” diye tanımlanan ”ucube” fiili duruma son verilmelidir.
Zaman kan üzerinden siyaset yerine, her kimliğin ulusal birlik anlayışı içinde kendini bulduğu ve ifade edebildiği çözüm seçeneklerini ortak aklın ışığında elbirliği ile ortaya koyma zamanıdır.
Üstelik artık bölgedeki dengeler bir 30 yıla daha müsaade edemeyecek kadar keskinleşmiştir. Çöken ulusal birliğin ardından tüten dumanların ufukta görülmesi ve çatırdayan sevgi bağlarının arkasından yakılan ağıtların duyulması yakındır.


[1] Kara Harekâtı Aşkı, 02 Ekim 2011, Ali Er
Hits: 2757