Sorun PKK ile görüşmek değil doğru söylememek

~ 15.09.2011, Can ATAKLI ~

MİT Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ile o sırada Başbakanlık Özel Temsilcisi olan şimdiki MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Oslo’da PKK temsilcileriyle yaptıkları görüşmenin kaydı ortalığa saçılınca AKP ve yandaşlarından iki ses yükseldi hemen;
BİRİNCİSİ “Ne var bunda, barışın sağlanması için devlet elbette görüşmeler yapacaktır.”

İKİNCİSİ “Bunu kim sızdırdı, bu hukuk dışı bir şey, üstelik zamanlaması çok önemli.”

Açıkçası her iki “savunma” da doğru. Türkiye’nin başına 30 yıla yakındır musallat olmuş bir terör belasından kurtulmak için gerekirse terör örgütüyle bile temas kurulur, kan dökülmesini önlemek için pazarlık da yapılır.

Bana göre sorun görüşmelerin yapılmış olması değil, bu konularda doğruların söylenmemiş olmasıdır.

PKK ile yapılan görüşmelerde bazı gariplikler var. Örneğin katılımcılardan biri resmi devlet görevlisi. MİT’in Müsteşar Yardımcısı.

Ancak ikinci kişi şu anda MİT Müsteşarı olsa bile, görüşmenin yapıldığı sırada resmi bir sıfat taşımıyor. Resmi bir unvanı var, “Başbakanlık Özel Temsilcisi” sıfatını taşıyor ama, devlette böyle bir kadro var mı yok mu, orası meçhul.

27 Mayıs 2010 tarihinde MİT Müsteşarlığına atanan Hakan Fidan, basına yansıyan kayıtlara göre PKK temsilcilerine “Başbakan’ın özel talimatıyla geldiğini, Başbakan’ın konuyla çok yakından ilgilendiğini” anlatıyor. Hükümetten “Biz” diye söz ediyor.

PKK ile görüşmelerin yapıldığı yolunda haberlerin çıktığı tarihlere dönelim. O sırada Başbakan Erdoğan “PKK ile biz görüşmüyoruz, ama devlet görüşür” diyordu. Bu sözlerin o sırada kamuoyundaki algılanmasında “devletten kasıt” Silahlı Kuvvetler’di.

O sırada çok hararetli olan Ergenekon ve Balyoz davalarının da ima edilmesiyle “Ordu teröristlerle pazarlık yapıyor” havası doğuyordu.

Oysa şimdi anlaşıldı ki, Başbakan “Biz görüşmüyoruz, devlet görüşüyor” derken gerçeği tam yansıtmıyormuş. Çünkü görülüyor ki, Başbakan’ın devletten kastettiği asker değil, bizzat kendi özel temsilcisiymiş. Ki üstelik bu özel temsilci Abdullah Öcalan’dan sık sık “Sayın” diyerek söz etmiş.

Başbakan da bir radyo programında Öcalan’dan söz ederken “Sayın” demiş ve çok eleştirilmişti. Ama o zaman da söylemiştim, bunun bir “dil sürçmesi” olarak kabul edilmesi çok normaldir. Buna karşı Başbakan’ın özel temsilcisinin, ısrarla ve tekrarla “Sayın” demesi dil sürçmesi değil, bir tercihtir.

“Efendim, sorun çözülecekse sayın demenin üzerinde durmanın âlemi var mı?”

Var tabii. Birincisi; sorun çözülmüş değil, ikincisi o kişi terör liderine “sayın” derken gencecik fidanlarımızı tabutların içinde uğurluyorduk. Bunun toplumda bir infial yaratmaması düşünülebilir mi?
Bu konuda yine ısrarla savunulan bir örnek de İngiltere’den veriliyor. Blair hükümeti IRA ile bu tür görüşmeler yapmış. Tamam yapmış da, öncelikle sorun çözülmüş, bu biiir, sonra o terör yeniden ortaya çıkmamış, bu ikiii.

Oysa bizde görüşmeler bir tür bilek güreşine dönmüş meğer. Kimbilir ne sözler verildi ve tutulmadıysa PKK bir geri adım atmış, sonra tekrar saldırmış, sonra süre vermiş. O halde bu görüşmelerin yararından söz etmek mümkün olur mu?
Gelelim olayın zamanlamasına ve kaydı kimin sızdırdığına. Pek çok spekülasyon yapılabilir.

Ama bu konuda sadece şunu söylemek isterim. Son 5 yıldır, ister mahkeme kararıyla, ister yasa dışı olarak yapılan dinleme ve izlemeleri medyadan izledik. Dedik ki “Bu iki tarafı keskin bıçak gibidir, bu çığırı açarsanız yarın sizin de başınıza gelebilir. Siz nasıl dinleyip sonra hiçbir vicdani ve ahlâki değere uymadan kişileri karalamaya, küçük düşürmeye, aşağılamaya kalkarsanız, bir gün sizin kasetlerinizi dinleriz.”

Şimdi o gün geldi işte. Kim yaptı, neden yaptı, zamanlamasının önemi nedir, bunların hepsi ikincil konular. Elbette onlara da bakılacaktır ve ortaya çıkarılması da gerek ama, öncelikle “ektiğini biçmek” deyimini unutmamak gerek.

*****


Ahmedinecat gelse, yüz binler sokağa dökülse

Gelin bir “empati” yapalım. Eskiden sevdiğim, şimdilerdeyse pek ciddiye almadığım bir kavram empati. Ama şimdi tam yerine oturuyor.

Neden sevmediğimi de iki satırla anlatayım. Dinci kesim, özellikle eski solcu yeni liberalleri tavlamak için “empati” lafına sarıldılar. Camide namaz kılmak ile Marksist görüşleri savunmayı aynı kefeye koyma saçmalığı ile pek çoğunu da inandırdılar, neyse.

Başbakan’ın Orta Doğu gezisindeki manzaralar dün de yazdığım gibi, insanın hoşuna gidiyor. İnsana “büyük devletiz, Amerika gibiyiz” hissi veriyor. Tabii daha da ileri gidenler sanki o meydanları dolduranlar seçmenmiş gibi “Türkiye Orta Doğu lideri oldu. Artık dünya deviyiz” deyiveriyorlar. Desinler.

Şimdi empati yapalım. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat İstanbul’a gelmiş olsun. Havaalanında on binlerce kişi kendisini karşılıyor, ellerinde İran bayrakları ve Ahmedinecat posterleri taşıyanlar Acemce “Hoşgeldin en İslâm Azizi” diye bağırıyorlar. Ertesi gün bir iki milyon kişi toplandığı Taksim’de Ahmedinecat’ı dinlemek istiyor. Konuşma son anda iptal ediliyor.

Bu o sırada kim başbakan olursa olsun, onu rahatsız etmez mi? Kendi halkının bir başka ülke liderine bu kadar sevgi göstermesi ve onu adeta kutsallaştırması karşısında tedirgin olmaz mı? O günden itibaren Ahmedinecat’a sevgi ve sempati besleyebilir mi?

Arap ülkelerinin sokakları bizi çok aldatmasın.

*****


Kahire’den dünyaya seslenen Başbakan,
“Saflarımızı sıkı tutalım!” demiş. Sanıyoruz sözü edilen “saf sıklaştırma”, namazı kılınmak üzere olan Doğu-Batı ilişkilerinin cenazesinde gerçekleşiyor! (Gani Yıldız)

*****


Bozburun ve Söğüt’te hayat

Eğer çılgınca eğlenmek, müzik dinlemek, sabahlara kadar dans etmek istiyorsanız Bozburun’a gitmenizin hiçbir anlamı yok. Datça’nın bu harika köşesi daha sakin, daha sessiz ve huzurlu tatil yapmak isteyenlerin yeri. Güzel balık, harika ahtapot yemek, güneş batışında bir kadeh içkiyle (isteyene meşrubat tabii ki) keyif almak, ılık denizde kulaç atmak için birebir Bozburun ve çevresi,
Tek eksiği, hemen 15 kilometre geride, Selimiye’de sona eren ormanlık alan. Bozburun adı üstünde gerçekten “boz” halde. Çünkü tepeleri çok rüzgâr alıyormuş, bu nedenle ağaç yetişmemiş ama makilerin yarattığı yeşillik yine de gözlere cennet hissini veriyor.

Kekik var Bozburun’da. Müthiş kokusu ve lezzetiyle. Gelenler dönerken torba torba kekik alıyorlar yanlarına. Bir de badem. Hele aşılanmış iyisini bulursanız tadına doyum olmaz.

Bozburun’da nerede yemek yerseniz yiyin mutlaka tat alıyor, hoşlanıyorsunuz. Ama örneğin yine sadece tekneyle gidilen Yat Kulübü’nde yapılan yemekler inanılmaz. Zeytinyağlı çağla ile incecik kesilmiş ve sadece 30 saniye kızartılmış kabakların tadı damağınızda kalacaktır emin olun.
Bozburun sapağından Söğüt’e giderseniz bu kez bambaşka bir atmosferle ve güzelliklerle karşılaşıyorsunuz. Söğüt’ün özelliği ahtapot lokantaları. Ahtapotun her çeşidini yapıyorlar, şaşarsınız. Üç ahtapot lokantası var, ben en çok Ahtapotçu Mehmet’i beğendim. Diğerleri de çok güzel, Mehmet Usta her işi kendisi yapıyor, oradaki en eski lokanta, lokum adını verdiği ahtapot yemeği ise bambaşka. Gerçi yerken ahtapot olduğunu anlamıyorsunuz önce, ama herkes o kadar sevmiş ki “menünün değişmezi oldu” diyor Mehmet Usta.

Bir de, ben içmedim, çünkü hep araba kullanıyordum, çok kaliteli şarapları var. Salaşa yakın bir lokantada bu kadar kaliteli şarabı hiç görmemiştim.

Gezimize cumartesi günü Datça Yarımadası ve Knidos ile devam ederiz.

 

(GazeteVatan)

Can ATAKLI | Tüm Yazıları
Hits: 1704