ARAP BAHARI

~ 26.07.2011, Aydın CINGI ~
Giriş ve olgular
 
Tunus Devrimi’nin üzerinden neredeyse altı ay geçtikten sonra, Arap Baharı, bölge ülkelerinde farklı biçim ve hızlarla sürüp gidiyor. Bu sürecin hem tüm dünya diplomasisi, hem bölgenin geleceği, hem de Türkiye dış politikası açısından çok farklı ve önemli sonuçları vardır.  
 
Tunus’ta Ben Ali’nin ülkeden ayrılmasından hemen sonra Mısır’da da Mübarek’in iktidarı bırakmasına yol açan kalkışmaya tanık olundu. Hemen arkadan Libya’da şu anda da süren bir ayaklanma boy verdi. Daha sonra Bahreyn’de, Yemen’de, Umman’da, Suriye’de iktidar tarafından ilk aşamada bastırılan protestolar görüldü. Bunlardan Yemen ve Suriye’de ortaya çıkanlar daha sonra kapsam kazanarak sürdü. Öte yandan, tehlikeyi zamanında sezen Ürdün ve Fas kraliyet rejimleri kendiliklerinden reform yolunu seçtiler.
 
Bu çerçevede Arap Baharı’nın özünü ve serpintilerini yaşayan Arap ülkelerini iki ana kategoride ele almak uygun olabilir. Bunların birincisi; rejimlerin değiştiği ya da değişme riskiyle karşı karşıya bulunduğu, yoğun kitlesel şiddetle iç içe yaşamış ve yaşamakta olan ülkelerdir. Bu kategoride ilk grup, çok uzun süreli dikta rejimlerinden kurtulup demokrasiye geçiş süreci içine fiilen girmiş bulunan Tunus ve Mısır’dan oluşuyor. İkinci grupta uluslararası düzlemde bir savaşın cereyan ettiği ve Kaddafi’nin dışarıdan destekli isyancılara karşı bir ölüm kalım savaşı vermekte bulunduğu Libya var. Yerleşik rejimin direnciyle karşılaşan kitlesel isyan hareketlerinin hemen her gün görüldüğü ve Esad’ın gittikçe sona yaklaştığı Suriye ve Salih’in başkanlık sarayını bombalayacak ölçüde ileri gitmiş, ancak şu anda ne olduğu ve ne olacağı belirsiz bir yönetime sahip Yemen ise tek başına üçüncü bir grup oluşturuyor. Bu yazı çerçevesinde esas olarak bu kategori ele alınacaktır.
 
İkinci kategorideki ülkelerde genelde yoğun şiddet ve kitlesel kalkışma olmamıştır, ya da şu anda yoktur. Ancak unutulmamalıdır ki, bir halk hareketi bir başka yerde bir diğerini tetikleyebilmektedir. O nedenle tün bölge ülkelerinde yönetimler tedirgindir. Bu kategoride bir yanda isyan hareketlerinin daha büyümeden bastırıldığı Bahreyn, Umman, Kuveyt, Suudi Arabistan gibi ülkeler var. Bir ikinci grup ise Irak, Lübnan, Filistin gibi, rejim karşıtlığının protesto düzeyinden öteye gidemediği ülkelerden oluşuyor. Bir yanda da Cezayir ve Katar gibi yaprağın kımıldamadığı ülkelerin yanısıra, herhangi bir ciddi kalkışma olmadan önce tehlikeyi anlayıp ülkenin kurumsal yapısını reforma kavuşturma çabasındaki Fas ve Ürdün gibi monarşik rejimler yer alıyor.
 
Tunus ve Mısır
 
Tunus ve Mısır, Arap dünyasında 2011 yılı başından itibaren boy veren halk ayaklanmaları sonucunda uzun süreli despotik rejimleri yıkarak demokrasiye geçiş süreçlerine yönelen ilk
 
iki ülkedir. Söz konusu süreçlerin, demokrasinin yaşayabilirliğini ve kalıcılığını kanıtlayan birer sosyal ve siyasal başarıya dönüşmesi bölge ülkeleri için yaşamsal önemdedir.
 
“Arap Baharı” olarak nitelenen ayaklanmalar döneminin ilk kalkışması Tunus’ta gerçekleşti. Tunus’un yoksul bir bölgesindeki küçük Sidi Buzid kentinde, 17 Aralık 2010 günü, zabıta görevlilerince elinden tezgahı alınan bir işportacı kendini yaktı. Bunun yerel halk üzerinde yarattığı infial kolluk güçleri tarafından sert biçimde bastırılan bir isyana yol açtı. Kapsam edinen ve yayılan gösteriler, sosyal medyanın da asal katkılarıyla başkente sıçradı ve 24 yıldır iktidarda bulunan Cumhurbaşkanı Ben Ali 14 Ocak 2011’de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Böylece Tunus, “Yasemin Devrimi” adı verilen siyasal dönüşümü gerçekleştirerek, başındaki despotu kovan ilk Arap ülkesi oldu.
 
Arap ülkelerindeki kalkışmaların neredeyse tümü hiçbir ideolojik vurgu taşımıyor. Galiba tüm Arap halkları başlarına çöreklenmiş diktatörlerden o ölçüde bıkmış, ortalığa saçılmış yolsuzluklardan o kadar tiksinmiş durumdalar ki; kitleler, ayaklanmak için ortak bir gelecek vizyonuna gereksinim duymuyor. Dolayısıyla, ilk kalkışma için de yalnızca bir kıvılcım ve bir nebze korkuyu aşma çabası yeterliydi. Sindirilmişlikten sıyrılma sürecinin de, Tunus halkı gibi, siyasal bilinci nispeten yüksek bir Arap topluluğu tarafından tetiklenmiş olması doğaldı.
 
Ben Ali Suudi Arabistan’a kaçtıktan sonra, iktidar partisi RCD kapatıldı. Aceleyle kurulan yeni yönetim ifade ve örgütlenme özgürlüğünü güvenceye almak üzere bazı adımlar attı. Ancak hukuksal boşluklar giderilemedi ve yeni bir anayasa yapmak üzere oluşturulacak “kurucu meclis”in seçimi için 24 Temmuz 2011 tarihi saptandı. Ancak, gelecekteki Tunus demokrasisinin temellerini atması beklenen meclisi belirleyecek bu seçim kısa süre önce 2011 Ekim ayına ertelendi.
 
Mısır’da değişimi, Kahire’nin Tahrir Meydanı’nda toplanıp Hüsnü Mübarek iktidarı bırakana kadar orayı terk etmeyen göstericilerin baskısı sonunda harekete geçen askerler gerçekleştirdi. Başlarda polis şiddetiyle karşılaşan göstericiler silahlı kuvvetlerin araya girmesiyle rahatladılar ve diktatörü 11 Şubat 2011 günü yerinden ettiler. Otuzar yıldır ülkelerinin başında keyfi birer yönetim uygulamış bu iki despotun bir ay arayla düşmesi tüm Arap halklarını cesaretlendirip hareketlendirdi. Arap halklarının çoğu içine sokulduğu korku ve sinme ortamını aştı. Gerçek Arap Baharı, Ben Ali’den sonra Mübarek’in de iktidardan ayrılma zorunda bırakıldığı Şubat ayında başladı.
 
Mısır, Mart’ta alelacele yapılan referandum yoluyla demokratikleşme sürecinin takvimini belirledi. Nisan ayında resmi parti NDP (Ulusal Demokrasi Partisi) kapatıldı. Eylül’de parlamento seçimi, Kasım’da da başkanlık seçimi yapılacaktı. Ancak yaz geldiğinde seçimlerin biraz aceleye getirildiği ve de takvimin aynen uygulanması durumunda siyasal süreçten karlı çıkacak tek grubun Müslüman Kardeşler olacağı yolundaki duygu genelleşti. Orada da, Tunus’ta olduğu gibi, takvimi biraz esnetme konusu gündeme getiriliyor. Öte yandan göstericiler Temmuz başından itibaren yine Tahrir Meydanı’nda buluşarak işbaşında bulunan geçici yönetimden eski dönemde gösteri yapan halka kötü davranmış asker ve polis yetkililerin cezalandırılmalarını talep etti.
 
Arap Baharı’nın meşalesini yakan her iki ülkede de halktan yetki almamış ve rahat davranamayan geçici yönetimler işbaşındadır. Özellikle Mısır’da askeri vesayet belirgindir. Bölgenin kilit ülkesi olan ve İsrail ile barış anlaşması yapmış bulunan Mısır’ın durumu, Batı tarafından özel bir dikkatle izlenmektedir. Her iki ülkede ortak yanlar çok belirgindir. İki ülke de, Arap dünyasında olabildiğince seküler bir yaşam tarzı benimsemiş, kadına bir ölçüde özgürlük tanımış, dolayısıyla da belirli kitlelerin şeriatı harfiyen uygulama talebini bastırmış ve bu talebi dile getiren siyasal hareketleri yasaklamış ülkelerdir. Bu olgu, kötendinci siyasal akımların tepkisiyle karşılaşmış ve onları yer altında örgütlü bir muhalefete yönlendirmiştir. Bu nedenle, her iki ülkede de siyasal İslamcı akımlar şu andan itibaren her türlü demokratik siyasal sürece en hazırlıklı hareketler olarak görünmekte.
 
Öte yandan, tüm Arap ülkelerinde hatta çoğunluğu Müslüman olan toplumlarda olduğu gibi, Tunus’ta ve Mısır’da da, laiklik dinsizlik ile eşanlamlı kabul ediliyor. Toplumun mevcut yapısını köktendinciliğe karşı koruyacak dirençli sosyal katmanlar da yok. Aydın kesimin çoğunluğu Avrupa kültürüyle yetişmiş; halktan alabildiğine kopuk ve İslam’a mesafeli. Eğitimsiz kitleler de o oranda dine yakın. Tunus’da Ennahda, Mısır’da ise Müslüman Kardeşler “demokratik” yarışa çok önde başlayacak gibi görünüyorlar. Seküler düzeni iyi kötü koruyan Tunus’taki iktidar partisi RCD ve Mısır’daki NDP de artık yoklar. İki ülkenin de merkez solu bölük pörçük ve hepsi ayrı telden çalıyor. Buna karşılık tüm İslamcılar Tunus’ta Ennahda, Mısır’da da Müslüman Kardeşler çatısı altında bir araya toplanmışlar ve politikayı çoktandır camilere taşımışlar.
 
Tunus, Osmanlı’dan kopup 1881 ile 1956 arasında varlığını Fransız sömürgesi olarak sürdürmüş; 1956’da bağımsızlığını, 1959’da da cumhuriyeti ilan etmişti. Bir Atatürk hayranı olan Kurucu Cumhurbaşkanı Habib Burgiba, daha o aşamada, Tunus’a olabildiğince seküler bir yapı kazandırma çabasında girmişti. Bir İslam Cumhuriyeti olan Tunus’un kadınları, diğer Müslüman Arap ülkeleriyle kıyaslandığında, kamu yaşamında yer alabilen nispeten özgür kadınlardır. O nedenle Tunuslu kadınlar, kaybedebilecekleri pek çok şey olan bir toplum kesimidir. Dolayısıyla onlar, hele de başka Müslüman ülkelere baktıklarında, yakın gelecekte başlarına gelebileceklerden çok çekiniyorlar.
 
Mısır’ın çok ciddi bir antiemperyalist geleneği var. 1950’lerde Cemal Abdülnasır; Nehru, Sukarno gibi liderlerle “bağlantısızlar” hareketinin başını çekmiş önderlerden. Süveyş Kanalı’nı millileştirmiş, daha sonra Assuan Barajı’nı Sovyetler Birliği’yle işbirliği yaparak gerçekleştirmiş, tüm Arap halklarının sevdiği bir kişi. Mısır entelijansiyası, Arap kültürüne yön vermiş ve özgürlük kavramını yüceltmiş bir kesim. Dolayısıyla, onlar da bu kültürel edinimleri koyu bir İslami bağnazlık altında yitirmekten çekiniyor, Müslüman Kardeşler’e korkarak bakıyorlar. Bu olgunun bilincindeki Müslüman Kardeşler şimdilik toplumu aşağıdan yukarı “İslamcılaştırıyor” ve başkanlık seçimine kendi adaylarını katmayacaklarını ve hatta parlamento seçiminde çoğunluğu hedeflemediklerini belirtiyorlar. Ancak toplumu kendi ideolojileri doğrultusunda aşağıdan yukarı örgütlemekte kullandıkları yöntemler, benzer siyasal yapılanmaların bulundukları her yerde yaptıklarının aynı: en yoksul kesimlerle dayanışma, ayni yardım, kapı kapı dolaşma ve cami kaynaklı ideoloji üretip her haneye yayma. Yine de zamanın ruhunun, bu ülkelerde İslami köktendinci bir rejimin yerleşmesine izin verme olasılığı düşüktür. Ancak İran ya da Suudi Arabistan tipi köktenci olmasalar da, İslami rejimlerin özgürlükçü taleplere ne ölçüde yanıt getirebilecekleri de kuşkuludur. Bir tür “demokrasiye geçiş” dönemi içindeki bu ülkelerin, bölgedeki diğer ülkeler için birer örnek oluşturacağı açıktır. O nedenledir ki, bu iki ülkenin söz konusu geçişlerinin başarılı olması, demokrasinin bu coğrafyada ve bu sosyal ortamda da oluşabileceğini göstermesi bakımından yaşamsaldır.
 
Libya
 
Bu ülkede ilk gösteriler, Şubat’ta, özellikle Bingazi’de başlamıştır. Kaddafi rejimine geleneksel olarak karşı olan bu bölgede daha sonra Ulusal Konsey adı altında örgütlenen muhalefet cephesi dış dünyanın desteğini almıştır. Bu bölgeden başlayarak ülkenin tüm doğusuna yayılan isyan şiddetli bir bastırma harekatı ile karşılaşmıştır. Ülkenin mevcut hükümetine karşı muhalefete yönelen uluslararası destek, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1973 no.lu kararıyla uluslararası hükme bağlanmıştır.
 
11 Mart 2011 tarihinde toplanan AB liderleri, Albay Kaddafi’nin ülkesinin başından bir an önce ayrılması gerektiği yönünde bir deklarasyon imzalamakla birlikte, bunun gerçekleşmesi için çok farklı yollar önerdiler. Ne var ki, on beş üyeden onunun onayı ve kalan beşinin çekimser kalması ile çıkan 17 Mart tarihli 1073 no.lu BM kararı şiddetin derhal durdurulmasını ve sivillerin zarar görmesinin engellenmesini öngörmekteydi. Bu amaçla, BM üyesi ülkeleri, Libya Hükümeti’nin tehdidi altındaki Bingazi ve diğer tüm bölgelerde, Libya topraklarına girmemek kaydıyla, her türlü önlemi almaya yetkili kılıyordu. Ayrıca Libya hava sahasını BM’nin izin verdiği askeri ya da sivil ve insani yardım amaçlı uçuşlar dışında tüm hava trafiğine kapatıyordu. 
 
Fransa’nın bir önceki dışişleri bakanı tam da Tunus isyanı sırasında bu ülkede tatil yapmış ve Fransa, statükonun bozulmaması için bu sürecin başında Ben Ali rejimine arka çıkmış, hatta kalkışmayı bastırma yolunda ona yardım önermişti. Ne var ki, isyan rüzgarı dinmeyince Fransa sert bir dönüş yapmış; dışişleri bakanı istifa etmek zorunda bırakılmıştı. Kuzey Afrika’daki eski sömürgelerinden olan Tunus ile ayrıcalıklı ilişkilere sahip bulunan Fransa, bu hatasından kaynaklanan imaj bozulmasını gidermek için daha sonra Libya’ya bombaları ilk yağdıran ülke oldu. 19 Mart günü Fransız uçakları Trablus’u ve askeri mevzileri bombalamaya başladılar.
 
Şu anda yedi düvele karşı çarpışmakta olan bir ülke ve önder varsa onlar, Libya ve Kaddafi’dir. Yıllardır herb türlü söylem ve eylemiyle Batı’nın, hatta yönlendirdiği suikastla insanlığını öfkesini çekmiş bulunan Kaddafi, hiç kuşkusuz ki, moral açıdan rahat bir hedeftir. Ancak aylardır tepelerine yağan bombalara karşın Kaddafi ve ona bağlı güçler bu satırların yazıldığı anda hala pes etmiş değildir. Libya, Ortadoğu’da sık görülen türden, zamanında emperyalist güçlerce yaratılmış ve sınırlarının önemli bölümü cetvelle çizilmiş yapay bir ülkedir; dolayısıyla, toplumun bütünü kenetlenmiş bir halk değil, bir kesimi bir tür kabileler toplamıdır. Bu nedenle de, dış müdahaleye karşı Libya halkından, türdeş bir kitlenin gösterebileceği ortak refleksleri beklemek olanaksızdır. 1951 yılında bir BM kararı ile kurdurulmuş Libya Krallığı, Kralı devirdiği 1969’dan bu yana, kırk iki yıldır, Muammer Kaddafi’nin yönetimindedir. Kaddafi’ye bağlı güçlerin ve kabilelerin direnci, Batılı koalisyon güçlerinin sandığının çok üzerinde çıkmıştır. Bu arada dışarıdaki tüm nakit varlığı dondurulup muhaliflerine yönlendirildiği halde durum pek değişmiş değildir. Dış destek salt silah sevki, hava savaşı ile sınırlı olduğundan esas sonucu karada alması gereken muharip güçlere önemli iş düşmektedir. Oysa her türlü yardımla beslenen muhaliflerin savaş kabiliyeti de umulandan çok düşük görünmektedir.
 
Türkiye Mısır isyanında olduğu gibi Libya’daki ayaklanma hareketlerine karşı da ikircikli bir tutum sergilemiştir. Mısır konusunda yaptığı üzere, önce merkezi otoriteyi savunur bir görüntüden en sonunda geldiği nokta, Kaddafi’yi dünya sahnesinden silmek üzere toplanan liderleri İstanbul’da konuk etmek olmuştur.
 
Suriye
 
Mart ortalarında filizlenen protestolar gittikçe kapsam kazanarak Beşar Esad’ı birkaç kez “reform vaadi”ne yöneltmiştir. Ancak göstericilerin talepleri o ana yöneliktir. Mart’tan bu yana neredeyse her gün protesto yürüyüşü yapılmakta ve de her gün onlarca insan kolluk kuvvetleri tarafından öldürülmektedir. Bugünkü başkanın babası Esad zamanındaki 1982 Hama Müslüman Kardeşler kalkışması olağanüstü bir şiddetle bastırılmış, ülke o günden bu yana hep bir demir yumrukla yönetilmişti. Esasen Şii bir klanın yönetimindeki Suriye halkının çoğunluğu Sünnidir; tıpkı yıllarca Sünni bir azınlığa mensup Saddam kliğinin yönettiği Irak’taki çoğunluğun Şii olması gibi. Bu olgular, Ortadoğu’da ülkelerin, tarihin ve beşeri yapının belirlemediği dış güçlerce saptanmış yapay sınırlarla kurulmuş olmalarından kaynaklanır. Dolayısıyla Suriye, uzantıları bir yandan İran’dan başlayıp Lübnan’da Hizbullah’a kadar giden, öte yandan da Yemen’den Hamas’a uzanan Şii-Sünni hesaplaşmasının göbeğinde bulunan bir ülkedir.
 
Batı, uzun süre sabır gösterip kendisine fırsat tanıdığı halde göstermelik vaatlerin ve kozmetik rötuşların ötesinde bir reforma gitmemekte kararlı görünen Esad’ı artık gözden çıkarmıştır. Ne var ki şu anda Libya üzerine odaklanılmış olması Esad’ın üzerine uygulanabilecek baskının bir ölçüde hafiflemesine yol açmaktadır. Türkiye de, yine Mısır ve Libya konularında sergilediği kıvraklığı Suriye’ye ilişkin olarak da ortaya koymuştur. Esasen bu alanda demokratik değerlerin ölçü alınması, ama ta başından beri alınmış olması kaydıyla, doğrudur. Türkiye, yakın geçmişte neredeyse kardeş ülke gibi davrandığı Suriye’nin artık rejimini değiştirmesi için elinden geleni yapmaktadır. Nitekim Suriyeli muhalifler, Temmuz ortasında Türkiye’de toplantı düzenlemişler, Suriye içindeki muhaliflerle rejimi devirme konusunda eşgüdüm olanakları aramışlardır. Bu arada, Esad’ın askerlerinden kaçarak Türkiye sınırını geçen Suriyeli göçmenlerin burada insanca bir davranışla karşılaşmış olmaları bu ülkenin saygınlığını arttıran bir etken olmuştur.
 
Yemen
 
Durumuna sessizce boyun eğmiş gibi görünen ve isyanın en az beklendiği ülkelerden olan Yemen de Arap Baharı sürecinden nasibini almıştır. Şubat ortasından itibaren başlayan ve başkent Sanaa’dan sonra ikinci büyük kent Taiz ve diğer bölgelere sıçrayan protestolar, 18 Mart günü, kolluk kuvvetleri tarafından elli göstericinin öldürülmesiyle dönüşü olmayan bir noktaya ulaşmıştır. Daha sonra gittikçe sıklaşan ve kitleselleşen ayaklanma hareketleri Başkan Salih’in yaralanmasına ve tedavi amacıyla Suudi Arabistan’a gitmesine yol açmıştır. Bunun üzerine yönetimi devralan vekili isyanı şiddetle bastırma yöntemini aynen sürdürmüştür.
 
Salih 1978 yılından beri ülke yönetimindedir. 1962 kurulan Yemen Cumhuriyeti, bilindiği üzere bir süre ikiye bölünmüş daha sonra yeniden birleşmişti. Aslında tam anlamıyla başarılamamış bir birleşmeden devralınan ayrışma ve karşıtlıklar, Başkan’ın siyasal ömrünün bu ölçüde uzun olmasını sağlayan nedenlerdendir. Salih, işte bu karşıt kabileleri ve kampları sürekli birbirlerine karşı oynayıp her birine belirli mesafede kalarak dengeyi sürdürebilmiştir. Uzun süredir halkın nefretini çeken Başkan’ın yerinden kımıldatılamamasının, bu idare-i maslahat politikasının da ötesinde, esas nedeni ABD ve Suudi Arabistan’dan aldığı destektir. Yemen’de yerleşik El Kaide’ye mensup grupların aktifleşmesinden çekinen bu ülkeler, durumu hiç değilse patlamaya dönüşmeden idare eder gibi görünen Salih’in sağladığı dengenin bozulmaması için mevcut rejime destek olmuşlardır. Eldeki yazının oluşturulduğu günlerde, Başkan’a ve sisteme sadık güçlerle muhalifler arasındaki çarpışmalar sürmektedir. Geçici olarak yönetimi üstlenmiş Başkanlık Konseyi’ne karşı muhalifler bir gölge kabine kurma; böylece dünyaya, Salih sonrası dönemde kaotik bir ortam oluşmayacağı görüntüsünü verme çabasındadırlar.
 
 
Gelecek ve olasılıklar
 
Artık sinmişlikten sıyrılmış Arap toplumları özgürlük talep ediyorlar. Güney Akdeniz’in en batısından en doğudaki kıyılarına kadar, Mezopotamya’dan Arap Yarımadası’nın en güneydeki ucuna kadar tüm bölge şimdiye değin görülmemiş biçimde ayağa kalkmıştır. Bugün olanların ve yarın olacakların, geleceği doğrudan doğruya etkileyeceğine kuşku yoktur. Demokratik reform ve sosyal adalet talep eden kitlelerin kalkışması, bölge tarihinde bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Ancak bu aşamada, tüm gözlemcilerin zihnindeki soru şudur? Şimdiden yıkılmış iki, yakında yıkılacağı belli olan üç ve şimdilik sakin ama orta vadede yıkılmaya aday diğer dikta rejimlerinin yerine ne türden rejimler gelecektir? Demokrasi, arzu edildiği ve umulduğu üzere, oluşturulup yerleşiklik mi kazanacaktır yoksa kötü olasılıklardan birincisi olan “kaos” ya da ikincisi olan “köktendincilik” mi geçerlilik kazanacaktır? Daha yumuşak bir deyişle, bölgede demokrasiye; istikrara ve seküler bir yapıya kavuşmaktan uzak kalmaya devam edilecek midir?  
 
Demokratik seçimler evresindeki Tunus ve Mısır’da en örgütlü ve hazır güçlerin “İslam sözcüsü” partiler olduğu biliniyor. Ayrıca bunların toplumsal zihin haritasını nasıl derinden ve aşağıdan yukarı işledikleri de gözler önünde. Yine de, hem Tunus hem de Mısır ve Suriye’nin, içinde bulunduğumuz çağda ve konjonktürde ve de yurttaşların belirli kesimlerince dile getirilen özgürlük tutkusu ışığında, artık bir İslami istibdada kurban gitmeleri olasılığı düşüktür. Eğitim düzeyi nispeten daha düşük ve mevcut rejimleri İslami köktenci öğeler taşıyan Libya ve Yemen’de ise, yerleşik düzenin özgürlük talepleriyle kesin bağdaşmazlığı ortadadır. Her iki ülkede gelecek rejimin demokrasiye evrilmesi zor görünmekle birlikte, bu anlamda daha geriye gidilemeyeceği de bellidir. Demokrasinin olmazsa olmaz koşulu sekülerliktir. Batılı demokratların ve bazı iyi niyetli aydınların, İslami geleneklerle demokrasinin ya da seküler toplum yapısının bağdaşmazlığı savının bir önyargıdan ibaret olduğu yolundaki görüşlerinin geçerlilik ölçüsü belirsizdir. Aslında İslam, Türkiye dışında hiçbir yerde demokrasi sınavından geçmemiştir. Türkiye’deki başarısının da sınırları ortadadır. Ne var ki, köktendincilik bir yana; bu ülkelerde kurulacak rejimlerin kısa dönemde istikrar edinmelerini de engelleyecek çok sayıda faktör mevcuttur.
 
İncelediğimiz toplumların hiçbirisinde demokrasi geleneği oluşmamıştır. Demokrasinin kökeninde yatan ve sosyal yırtılmalardan kaynaklanan din/devlet, sermaye/emek, vb çatışmaları yaşanmamış; bunlardan kaynaklanan siyasal ayrışmaların doğurduğu partiler oluşmamıştır. Bir toplum için bu geçmişi yaşamış olmamak, günümüzde demokratik bir sistemi gerçekleştirmenin engeli olmayabilir. Ancak sağı, solu, merkezi, milliyetçisi, dincisi vb ile hemen her görüşü temsil eden bir siyasal parti sistemiyle donanmamış olmak, kuşkusuz ki, demokrasi yolunda bir handikaptır. Bu türden karşıtlıkların bulunmamasına karşılık bu ülkelerin bazılarında endüstri öncesi tipi çelişkiler vardır: kabileler arası karşıtlıklar (Libya, Yemen), Sünni-Şii çatışması (Suriye). Söz konusu karşıtlık ve çatışmalar ise, demokratik yapılanmaları olumlu değil olumsuz yönde etkileyecek türden olanlardır.
 
Bu ülkelerin önemli bir kesimi 20. yüzyılda Avrupa emperyalizmi tarafından kurdurulmuş ve sınırları, beşeri yapı ve sosyal doku dikkate alınmaksızın cetvelle çizilmiş devletlerdir. Bu nedenle de çoğunluğu ortak bir tarih bilincine ve gelecek vizyonuna sahip bir millet olamamıştır. Dolayısıyla, dış dinamikler bu ülkelerin yapısını belirlemekte önemli ölçüde etkilidir. Batı’nın eli, bölgenin petrol deposu olan ülkelerinden nadiren çekilmiştir. Halkların özgürlük ve refahından çok kendi enerji girdisini göz önünde tutan Batılı güçler, bu ülkelerde kendilerine istikrarlı “ilişki” güvencesini sağlayan dikta rejimlerine destek olagelmiştir. Dış dinamiklerin etkilerini, söz konusu ülkelerde şimdi birdenbire yitireceklerini sanmak için bir neden yoktur. Kaldı ki “İsrail faktörü”, Batı’nın, özellikle de ABD’nin, elini bu bölgeden bugün de yarın da çekmemesinin en önemli nedenidir. Kuşkusuz ki, dış dinamiklerden arınmış Ortadoğu toplumlarının demokrasiyi kendi dinamikleriyle kurabilmelerinin daha mı kolay olacağı hususu da tartışılmaya değer. Belirgin olan tek olgu, diktatörlerinden kurtulmuş ve kurtulmakta olan bölge ülkelerinin dahi istikrarlı demokrasilere kavuşabilme aşamasına henüz gelememiş bulunmalarıdır. 
 
Batı Solu’nun aldığı dersler
 
Batılı hükümetlerin, Ortadoğu’da, özgürlükleri ve insan haklarını istikrara feda etme anlayışına Batı Solu da genellikle ortak olmuştur. Aynı sol, “Ortadoğu toplumlarına farklı kriter” uygulanmasına da ortaklık ederek, etik açıdan son derecede sorumsuz davranmıştır. Batı emperyalizminin geleneksel yapısına sinmiş “bon pour l’Orient” (Şark için yeterli) anlayışı, kendi toplumları bünyesinde kabul edemeyecekleri yapılanmaların Ortadoğu ülkelerinde oluşmasına izin vermelerine, hatta bunları yüreklendirmelerine yol açmıştır. Avrupa Solu artık bütün bunların ve etik açıdan doğru bir konumlanmaya kayma gereğinin bilincindedir.
 
Filistin, Ortadoğu’nun, hatta terörizmin kaynak sorunudur. Batı’nın, Yahudilere yüzyıllar boyu yaptıklarından arınma ve sırtındaki kompleks yükünü Filistin üzerinden boşaltma operasyonu sonucunda ortaya çıkmış İsrail saplantısının sonuçları gözümüzün önündedir. İsrail Devleti artık bir Ortadoğu gerçeğidir. Ancak, başta ABD, Batı İsrail’in varlığını güvenceye alırken Arap halklarının haklarını hep göz ardı etmiştir. Şimdiye değin benzer biçimde davranmış olan sol ve sosyal demokrat güçler artık bir denge arayışı içindedir. Çünkü Arap kamuoylarını radikalleştiren, bu haksızlıktır. Daha da ötesi, terörü besleyen, yine bu ayıbın ısrarla sürdürülmesidir.
 
Avrupa’da solcular, artık terörizmle Araplar arasında özdeşlik kurma eğilimiyle ve Ortadoğu halklarına karşı oluşmuş önyargılarla da mücadele edeceklerdir. Ne var ki, Libya’ya ilişkin operasyonlar çerçevesinde de somut olarak saptandığı üzere, Avrupa’nın ya da AB’nin dış politikada ortak bir görüş ve tutuma varması zor olmaktadır. Batı’nın dünyanın her yerindeki etkin gücü ABD ya da onun sürüklediği NATO’dur. ABD dış politikası ise, İsrail saplantısı ile maluldur.
 
Arap Baharı, iki diktatörün iktidardan düşmesi dışında, şu ana değin hiçbir somut ilerleme kaydetmiş değildir. Ancak, onlarca yıldır süregelen düzenin artık değişeceği de çok açıktır. Dolayısıyla Avrupa, artık “demokratikleşme süreci” perspektifinde yeni bir Avrupa-Ortadoğu işbirliğinin temellerini oluşturmalıdır. Bu çerçevede AB, başını kendi sorunlarından kaldırabildiği ölçüde, bu bölgede filizlenmekte olan demokratik hareketleri desteklemelidir. Bu, özellikle de Avrupa sosyal demokratlarının tarihsel görevidir. Sol, ayrıca bölge ülkelerinin eşdeğer partilerinin ve demokratik kapasitelerinin geliştirilmesine yardımcı olmalıdır. Öte yandan sosyal demokratlar, AB’nin, özellikle Akdeniz ülkelerinden gelen mültecilere karşı benimseyeceği ortak politikaya kendi damgalarını vurma çabası göstermelidirler. Bu politikanın, insani dayanışmadan ve temel haklara saygıdan yoksun bir çizgiye kaymamasını güvenceye almalıdırlar.  
 
Türkiye’nin tutumu
 
Türkiye son zamanlarda etkili bir küresel aktör olma iddiasındadır. Bu bağlamda, Ortadoğu’daki nüfuzunun arttığı yadsınamaz bir gerçektir. Söz konusu eğilimin, büyük ölçüde Türkiye algısının son dönemde içerdiği İsrail karşıtlığından ve İslami vurgulardan kaynaklandığı bilinmektedir. Ancak Türkiye’nin, Ortadoğu sokaklarının ötesinde ve reel diplomasi sahnesinde belirleyici etkilere sahip olabilmesi çok sayıda farklı etkene bağlıdır. Türkiye, Tunus’tan başlayarak tüm Arap Baharı sürecinde yaptığı dönüşlerden vazgeçmelidir. Benzer dönüşler, hatta daha keskin virajlar örneğin Tunus ve Libya’da Fransız diplomasisi de göstermiştir. Ancak Türkiye kötü örneklere benzememelidir. Sık ve ani dönüşler inanılırlığın yitirilmesine neden olur.
 
Ortadoğu, dengelerin özellikle iyi gözetilmesi gereken bir coğrafyadır. Sünni-Şii çatışmasının ya da köktenci-ılımlı karşıtlığının tarafı gibi algılanmamaya özen gösterilmelidir. Türkiye bu ayarı tutturamadığı için örneğin Filistin’de El Fetih-Hamas arasındaki arabuluculuk işlevini Mısır’a kaptırmıştır. Ayrıca İsrail ile ilişkiler normal ölçülere getirilmelidir. Kabadayılık ince diplomasi ile bağdaşmaz. Bu ilişkilerin normalleşmesi, Türkiye’nin bölgedeki öncü rolünün Batı tarafından da kabulünün önkoşuludur. Türkiye’nin AB perspektifi de, ne kadar ilintisiz gibi görülürse görülsün, ülke olarak Ortadoğu’da uyandıracağı algının güvencesidir. Arap ülkeleri, Türkiye’yi, potansiyel bir AB üyesi olabildiği oranda önemsemektedir. Avrupa’dan kopmuş ve seküler toplum görüntüsü vermeyen bir Türkiye Arap halkları için çekici olmaktan uzaklaşacaktır. Bölgedeki öneminin bilincinde ama “yeni-Osmanlıcılık” vurgusundan kaçınan ve istikrarlı biçimde demokratik siyasal güçlerin yanında yer alan bir Türkiye, bölgedeki yön verici işlevini artıracaktır.
 
 
 
 
 
 
 
Kaynakça
 
Arab revolutions: time for democracy, freedom and progress, PES Conference, Nisan 2011, Tunus
Aydın CINGI | Tüm Yazıları
Hits: 2344