CEHALETİN TAHAKKÜMÜ

~ 19.01.2017, Av. Dr. Başar YALTI ~

‘Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir, fendir’
Kemal Atatürk

Cehalet yönetemez. Cehaletin böyle bir yeteneği yoktur.
 
Eğer cehalet bir şekilde iktidar olmuşsa, hamaseti ve kör inancı kullanır, bu da yetmezse tahakküm eder. Bu nedenle cehaletin iktidarında yurttaşlardan sorgusuz itaat istenir.
 
Oysa her insan; yaratıcı, araştırmacı, sorgulayıcı ve bilgin olma potansiyelini taşıyarak doğar. İnsan doğanın bir parçasıdır ve doğa yasalarına bağlı olarak hayatta kalma mücadelesi verir. Hayatta kalma tutkusu, insanı karşılaştığı problemleri çözmeye zorlar. Hayat, problem çözmek demektir. Bu anlamda hayatta kalma mücadelesi, bilgi üretimi sağlar. Bilgi, üretilen ve eğitim ve öğretim yoluyla aktarılan, aktarıldıkça çoğalan bir değerdir. Bilim, bilginin sistemleştirilmesiyle ortaya çıkar.
 
Bilen insan, bildiklerine aykırı bir durumla karşılaşınca bunun nedenini doğal bir refleksle sorgular. Bilmeyen ise o durumu kabul eder. Söylenenlere inanır ve itaat eder. Karşı karşıya olduğumuz tercih budur: Kuşkulanıp, sorgulamak, ya da inanıp, itaat etmek.
 
Uygulanan eğitim sistemi tercihimizi de belirler. Çünkü eğitim sistemi, insanın hayata ve olaylara bakışının şekillenmesinde büyük role sahiptir. Eğitim sisteminin kapsam ve içeriğine göre yetişen kuşaklar ya itaatkâr, ya da sorgulayıcı bir kişiliğe sahip olurlar.
 
Sosyal ve siyasal bir gerçeklik olarak, toplumdaki egemen gücün (toplumu yöneten iktidarların), sorgulanmaktan, denetlenmekten genel olarak hoşlanmadığı bilinmektedir. Bu olgu bilindiği için iktidarlar, kolayca inanan, itaatkar insanlar yetiştirmek isterler. Aynı şey, dogmatik anlayışa dayalı inanç sistemleri ve ideolojiler içinde geçerlidir. Biliyoruz ki; bir ideolojiye, bir dine, bir politikaya ya da egemen bir sınıfa boyun eğerek yetiştirilen insanlara daha sonra evrenselci bir araştırma ruhu aşılansa bile, o insanlar, çelişkisini giderme ve biçimsel bir özgürlüğün tutsağı olduğunu görme imkanına kolay kolay kavuşamaz.
 
Ancak insanlık tarihi bize başka bir gerçekliği de göstermektedir. İnsanlığın bugünkü düzeyine gelmesi, sorgulayan ve araştıran, bilgisini çoğaltan bir anlayışla hareket eden insanlar sayesindedir. Tarih boyunca devrimleri gerçekleştirenler de, sayıca azınlıkta olan bu insanlardır.
 
Cumhuriyet devrimi gerçekleştirilirken karşılaşılan direnç konuları arasında, eğitim ve öğretim alanında yapılan değişiklikler ön sıradadır. Aslında cumhuriyetin en devrimci yönü, eğitim alanındaki başarılarıdır.
 
Cumhuriyet, bir siyasal değişimden daha çok, eğitim ve kültür devrimidir.
 
Cumhuriyeti kuranlar, cehaletin ortadan kaldırılması, eğitimli, haklarının bilincinde olan bir toplum yaratabilmek için bir bakıma cansiperane bir çalışma yürütmüştür. Osmanlının son dönemlerinde başlayan yenileşme hareketlerine karşı gösterilen direnç akıllardadır. Özellikle 3. Ahmet’ten (1703-1730) başlayarak padişahlar, batı karşısında alınan yenilgilerden kurtulmanın yolu olarak birtakım yenileşme hareketlerine giriştiler. Matbaa, icadından 300 yıl sonra 3. Ahmet devrinde ülkeye girebildi. Üçüncü Selim (1789-1807), ikinci Mahmut (1808-1839), birinci Abdülmecit (1839-1861) ve Abdülaziz'in (1861-1876) çalışmaları sonunda, askeri, idari ve ekonomik alanlarda bazı yenilikçi değişiklikler yapıldı. Ancak bu yenilikler sistematik bir anlayışa dayanmadığı için hem arzu edilen ‘eski günlere dönme’ hayalini gerçekleştirmedi, hem yeniliklerin halk tarafından benimsenmesi sağlanamadı. Nitekim başlatılan yenileşme hareketlerine karşı her seferinde ayaklanmalar oldu.
 
Çünkü Osmanlının eğitim sisteminin ana omurgasını teşkil eden medreseler, ne yazık ki, toplumsal bir aydınlanmayı gerçekleştirecek, bilgi üretecek kurumlar değildi. Bu kurumlar yaygın bir eğitim veremiyorlardı. Bilim üretemiyorlardı. Örneğin, medreselerde 14-16 yüzyıllar arasındaki 200 yıllık sürede Osmanlı uleması tarafından yazılan kitap sayısı toplamı sadece 256 dir. Bu kitapların çoğunluğu şerh, haşiye ve tercüme niteliğinde olup, akli bilimlere ait yazılan kitap oranı sadece %21 kadardır. Üstelik İslam dünyasına hakim olan iki düşünce ve inanç ekolünden tekamülcü / yenilikçi anlayış yerine nakilci anlayışa dayalı (Eşar’i yoruma ait) kitapların medreselerde okutulması, gerici düşüncenin kökleşmesine neden olmuştur. (Ejder Okumuş, Ahmet Cihan, Mustafa Avcı, Osmanlı Devletinde Eğitim Hukuk ve Modernleşme, İstanbul, Ark Yayınları, 2006, s.36-38)
 
Batıda, sanayi devrimi gerçekleşmiş, eğitim sistemi bu devrime uygun insan yetiştirecek şekilde değiştirilirken, Osmanlı modernleşmesi 19. yy başlarından itibaren, pratikte yaşanan yenilgileri aşmak üzere sadece teknolojik buluşları elde etme peşinde olmuş, bilim için bilgiye ihtiyaç duymamıştır.
 
Cumhuriyet kurulurken, bu yanlış bakış açısını düzeltmek üzere eğitim sisteminde köklü değişikliğe gidildi. Medrese anlayışı terk edilerek modern anlamda üniversiteye geçildi. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür; sorgulayan, araştıran, yenilikçi, çağının gelişmelerinin bilincinde kuşakların yetiştirilmesine uygun bir eğitim sistemi kuruldu. Eğitim yaygınlaştırıldı. Bu anlayışa göre okullar açıldı, eğitici kadrolar yetiştirildi.
 
Bu çerçevede; dogmalardan beslenen eskinin kurumları kapatılarak laik düşüncenin devlet yönetimine egemen olması sağlandı. Modern ve seküler bir toplum olmak için gereken siyasal sistem bütün kurumlarıyla kurularak, demokratik cumhuriyete geçildi.
 
Osmanlının son dönemlerinde, siyasal sistemde ve orduda yapılan kısmi modernleşme çabalarına karşı gösterilen direncin, Kabakçı, Patrona Halil, 31 Mart Vakası gibi gerici ayaklanmaların padişahların dahi başına mal olduğu anımsanırsa, Cumhuriyetin, eğitimde yapmayı başardığı değişimin boyutu daha iyi kavranabilir.
 
Ama gerici anlayış, bu tür devrimci girişimlerle hesaplaşma hevesinden hiç vazgeçmedi. Dogmalardan beslenen kendi inanç ve siyasal anlayışını, sorgulayan insanı yetiştirmeye odaklı laik düzenin ve eğitim sisteminin yerine geçirmek için hep fırsat kollayan bir çaba içinde oldu.
 
Bu olanağı ise popülist politikalar sayesinde buldu. Siyasal İslam’ın iktidarı ile birlikte, Cumhuriyet devriminin en büyük kazanımı olan çağdaş eğitim sistemi çökertildi.
 
Cumhuriyet üniversiteleri kapatılmadı ama işlevini yitirerek medreseleştiler.
 
Okullarda sorgulayıcı eğitime son verildi.
 
İhtiyaçtan çok fazla imam hatip okulu açıldı. 1983 yılında 374 olan imam hatip lisesi sayısı şimdilerde 2.000 civarında. Bu okullarda okuyan öğrenci sayısı 2002’de 70 bin iken, bugün 1.136.000 sayısına ulaştı.
 
Eğitim sistemine paralel olarak toplumsal hayatta, insanların iktidarı sorgulamalarının önüne geçen birçok düzenlemeler yapıldı.
İhtiyaçtan çok fazla cami inşa edildi. 1980’lerde 46.000 olan cami sayısı bugün 90.000 e yaklaştı. Buna bağlı olarak Diyanet İşleri Başkanlığında muazzam bir kadrolaşma gerçekleşti. Cemaatler, mistik alanı terk ederek moderniteyle savaşın aracı haline geldiler, sivil alandan siyasal alana geçtiler.
 
Elbette bireysel ve toplumsal bir ihtiyaç olan inanç özgürlüğünün gereklerinin yerine getirilmesi için devletin ortam hazırlaması ve bazı hizmetlerde bulunması çok doğal ve gereklidir. Ancak özellikle 1980 darbesinden sonra ihtiyaçtan fazla cami yapılmasının, imam hatip okulları açılmasının, cemaat örgütlenmesine kolaylık sağlanmasının asıl nedeni, bunların, işlevleri dışında, devletin ideolojik aygıtı olarak kullanılma isteğidir.
 
Eğitim sisteminin, din adamlarının, din eğitiminin ve dinsel kurumların, iktidarın / devletin ideolojik aygıtına dönüştürülmesi sonucunda geniş bir ‘itaatkar’ yurttaşlar kitlesi yaratıldı. Ancak buna koşut olarak, yaşadıklarını ‘kader’ olarak gören bir cehalet toplumda kök saldı. Bu ise kabul edilecek bir sonuç değildir. Çünkü düşünmekten ürken ve yorulan, sorgulamaktan çekinen, kaderine sığınmış bir insan yığınına dönüşen toplumun, bilişim devriminin yaşandığı bir çağda diğer toplumlarla yarışması mümkün değildir.
 
Nitekim OECD tarafından geliştirilen 15 yaş öğrencilerinin yaratıcılık ve problem çözme yeteneğini ölçen PISA sınavında, OECD ülkelerinde başarı ortalaması %12 iken, Türk çocuklarının başarı oranı 2003 yılı düzeyinde, %2.2 de kalmıştır. Oysa herhangi bir toplumda üstün zekalı çocukların oranı zaten o toplumun %5 i civarındadır. PISA sınavında bilgi sorulmamaktadır. Ezber, bu sınavda işe yaramamaktadır. Sınavda öğrenciden, bilgiyi, çözüm odaklı kullanıp kullanmadığı aranmaktadır. Öğrencinin akıl yürütme becerisi, analitik düşünme becerisi ölçülmektedir. Anlaşılıyor ki, ülkemizde uygulanan eğitim sistemi çağımız için vazgeçilmez olan bu yetenekleri çocuklarımıza kazandırmıyor, çocukların zekasını geliştirmiyor, aksine köreltiyor.
 
Şu soruyu sormalıyız? İktidarlar, niçin okuduğunu anlamayan, problem çözemeyen, akıl yürütme yeteneği gelişmemiş çocuklar yetiştirsinler? Yanıt için ikinci bir soru daha sormalıyız; akıl yürütme, merak etme ve sorgulama yeteneği gelişmemiş bir toplum mu daha kolay yönetilir, yoksa bilinçli, soran ve sorgulayan bireylerden oluşan bir toplum mu kolay yönetilir?
 
Yanıt belli. Mevcut siyasal iktidar, her iktidardan daha çok, cehaletin aynı zamanda itaat ürettiğinin çok farkında olarak, eğitim sistemini ve toplumsal kültür değerlerini itaati besleyen şekilde kurguluyor ve şekillendiriyor.
 
Ancak ülkenin geldiği aşamada, itaatkar toplulukların varlığı artık iktidar için yetmiyor. İktidar, bırakın insan olarak gösterilecek tepkilerden, canlı olarak gösterilecek reflekslerden dahi çekiniyor.
 
Çünkü Ülke; ekonomik, siyasal, sosyal ve dış ilişkiler bakımından yönetilemez duruma geldi. İktidar, gelinen aşamada, sorgulamayan geniş ve yandaş bir kitleye rağmen işlerin yürümediğini, ülkenin her alanda krize sürüklendiğini görüyor. İnsanlarımızı yok eden terör ve kaos ortamına toplumun katlanamayacağını, buna hamaset nutuklarının yetmeyeceğini biliyor.
 
İktidar, yönetememe durumunun çok farkında olduğu için görece de olsa varsayılan özgürlükleri tümüyle ortadan kaldıracak bir siyasal sistemi şimdiden kurmak ve dayatmak istiyor.
 
Anayasada değişiklik yapılmak istenilmesinin temel gerekçesi bu.
 
İktidar, Anayasayı değiştirerek, beceriksiz yönetimine gelecek olası tepkilere karşı, toplumu şimdiden daha yüksek oranda baskı altına almak istiyor.
 
Bu nedenle Anayasa değişikliği, bir yönetim sistemi değişikliği gibi sunulsa da, yapılan bir rejim değişikliğidir. Demokratik yönetimin ortadan kaldırılmasıdır.
 
TBMM nin kendi kendisini feshidir.
 
Otoriterliğe geçişin sistemleştirilmesidir.
 
Devletin bir kişiye teslimidir.
 
Keyfiliğe hukuksal kılıf giydirilmesidir. Denetimsizliğin kabulüdür.
 
Yargının tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirmesi, vicdanını otoriteye teslim etmesidir.
 
Kuvvetler ayrılığının tamamen ortadan kaldırılmasıdır.
 
‘’Kuvvetler ayrılığı teorisi, anayasacılığın en temel ve en eski teorisidir. Kuvvetler ayrılığının olmadığı yerde “anayasa” olmaz. Kuvvetler ayrılığının olmadığı bir devlet “anayasal devlet” değildir. Bu husus, en güzel bir şekilde, 16 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin 16’ncı maddesinde şu şekilde açıklanmıştır: 
 
‘Hakların güvence altına alınmadığı ve kuvvetler ayrılığının olmadığı bir toplumda anayasa yoktur
 
227 yıl önce yazılmış ve ilân edilmiş bu madde şunu söylüyor: Bir devlette bir anayasanın olduğunu söyleyebilmek için, o devlette, bir yandan vatandaşların hak ve hürriyetlerinin güvence altına alınması, diğer yandan da o devlette kuvvetler ayrılığının olması gerekir. Bu iki şart gerçekleşmedikçe, bir devlette “anayasa” isimli bir belgenin olması, o devlette gerçek anlamda bir anayasanın bulunduğunu göstermez.’’ (Kemal Gözler)
 
Anayasa değişikliği, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırarak, anayasada yer alan hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakarak (yargıyı cumhurbaşkanına bağlayarak) gerçekte Anayasayı ortadan kaldırıyor. Türkiye’yi anayasasız bırakıyor.
 
Cehalete dayanan siyasal anlayış artık Türkiye’yi yönetemiyor. Sorunları çözemiyor. Yönetemediği için de gittikçe otoriterleşiyor. Otoriterliğine hukuksal kılıf arıyor.
 
Bu da yetmiyor, dünyada örneği olmayan hukuksal bir ucube inşa etmeye çalışıyor.
 
Çağdaş Türkiye, yapılmak istenileni kabul etmeyecektir.
 

 

Av. Başar YALTI

 

Av. Dr. Başar YALTI | Tüm Yazıları
Hits: 6805