DÜNYANIN İSTİKAMETİ

~ 29.03.2014, Av. Reha TAŞKESEN ~

                    İlim tercümeyle değil, incelemeyle olur.

                                                                                                                                                                     Mustafa Kemal

 

                Türkiye’nin yoğun ve o kadar da tartışmalı olan gündemi giderek tekdüze, can sıkıcı, zaman öldürücü ve gücümüzü tüketici bir karakter kazanmaya başlamıştır. Sonucu bakımından çok da hayırlı olmayacağı anlaşılan bu sürecin kazananı da olmayacağı görülmektedir. Anlamsız söylemlerin ve eylemlerin egemen olduğu ve bireyin, toplumun, kurumların fiziksel ve ruhsal yapılarında derin yaralar açan adeta sanal diyebileceğimiz bu gündemin, geride bıraktığı/bırakacağı hasarın ne şekilde onarılabileceği ise henüz yanıtı olmayan bir sorunlar yumağı olarak ortada durmaktadır.

 

                Türkiye, içerisinde bulunduğu açmazlar ile birlikte bir çözümsüzlük noktasına doğru hareket ederken; dünya küresel ölçekte sorunlara çare üretmek istikametinde önemli arayışlar içerisine girmiştir.

 

                Gerçekte küresel konulara ilişkin karar organlarında bulunan ülkeler ile birlikte aynı trende yer alan Türkiye, adeta aynı tren içerisinde ısrarla geriye doğru koşma gayreti içerisindedir .

 

                Bugünkü konumuz Türkiye ile ilgili değildir. Bu kez başımız biraz kaldırarak belki de görmek istemediğimiz ya da görmemiz istenmeyen dünyanın gündem oluşturan önemli bazı sorunları ve bu sorunlara çözüm arayışlarıdır konumuz.

 

                Her yıl Ocak ayı içerisinde küresel ölçekte üç önemli etkinlik yaşanır. Bu üç etkinlik bir yerde, dünyanın ve küresel kurumların geride kalan yıl içerisindeki gelişmeleri dikkate alarak içerisinde bulunulan yıla ilişkin öngörülerini seslendirdikleri etkinliklerdir . Bu etkinlikler çerçevesinde geleceğe yönelik önemli ipuçlarının yakalanması da mümkündür. Anılan etkinlikler; “Dünya Ekonomik Forumu”, ABD başkanlarının geleneksel “Birliğin Durumu” konuşması ve “Münih Güvenlik Konferansı” olarak bilinmektedir .

 

                Neredeyse eş zamanlı olan bu etkinlikler dünyadaki olası gelişmelere ışık tutması bakımından önem arz etmektedir.

 

                Erken etkinlik “Dünya Ekonomik Forumu” (DEF) olup bu yıl da önemli gündem konuları ile toplanmıştır. Forum, önemli siyasi şahsiyetlerin, küresel ekonomik kurum yöneticilerinin ya da kişilerinin küresel ve bölgesel ekonomik konular üzerine öngörülerini ortaya koydukları bir tartışma ve paylaşma ortamıdır.

 

                DEF bu yıl “Dünyanın Yeniden Şekillenmesi: Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Sonuçları” başlığını ana tema olarak seçmiştir.

 

                Bir tespit yapmak gerekirse; Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Avrasya’nın bütünleşmesi, Çin’in eş zamanlı olarak bir ekonomik oyuncu olarak ortaya çıkması, Afrika’nın GSH’daki artış ve tüketme alışkanlığının yükselme eğilimine girmesi, küresel bir kriz yaşanıyor olması, bilişim teknolojisindeki devrim niteliğindeki gelişmeler küresel ölçekte önemli sosyal, siyasal ve ekonomik dalgalanmalara neden olmuştur . Bu sürecin bir süre daha devam edeceği görülmektedir. Dolayısıyla da olası sonuçlarının araştırılması kaçınılmaz bir zorunluluk ve aynı zamanda da (ilgilenenler için) bir sorumluluk olarak ortaya çıkmıştır.

 

                DEF ekonomik temelde geleceğin nasıl şekilleneceğine özel önem vermektedir. Bu nedenle de yeni fikirlere, pazar gereksinmelerini karşılayan yeni tasarımlara/uygulamalara (inovasyon), buluşlara açık bir ortamdır . Burada dikkat çeken diğer bir husus da katılımcı olarak davet edilen bir kısım kişilerin (küresel ortamı şekillendirenler/global shapers) 30 yaş altında olması koşuludur. Yani gençlere, genç fikirlere değer veriliyor olmasıdır. DEF anlamak ve almak isteyen kişiler, kurumlar ve ülke sorumluları için önemli bir paylaşım alanıdır.

 

                DEF ortamı her kesimden önemli kişilerin düşüncelerini ve öngörülerini açıkladığı ve paylaştığı bir ortam olmasına karşılık, bazı ülkeler (hala konunun ne olduğunu anlamadıklarından olsa gerek) bu ortama bir iki bakan ile katılmak suretiyle resmi görüşün ifade edilmesi ile ya da uygulamalarının doğruluğunu savunmakla yetinmişlerdir.

 

                Ne bir şey verebilmişler ve ne de bir şey alabilmişlerdir.

 

                İkinci önemli etkinlik ABD başkanlarının geleneksel “Birliğin Durumu” konuşmasıdır.     

 

                Bu yıl Başkan tarafından yapılan “Birliğin Durumu” konuşmasının önemli konu başlıkları: “Devlete/Hükümete Güven”, “Ekonomi ve İstihdam”, “Enerji”, “İklim Değişikliği”, “Eğitim”, “Kadın Hakları”, “Uluslararası Güvenlik”, ve “Özel Hayatın Gizliliği” olarak tespit edilmiştir.

 

                Başkanın/Hükümetin yukarıdaki konularla ilgili yaklaşımı doğru ve açık bir şekilde ifade edilmiştir. Başkan “Washington’un daha iyi çalışması ve halkının güven duygusunun yeniden yapılandırılması konusunda taahhütte bulunduğunu” ifade etmiştir . Ekonominin ivme kazanması ve yeni iş alanlarını açılması ise diğer bir konudur. Bürokrasinin azaltılması ve ülkenin altyapısının yenilenmesi istikametinde önemli ve hızlı açılımlar yapılması düşünülmektedir. Enerji konusundaki sıçrama ise belki de üzerinde en çok durulması gereken konudur.

 

                ABD geride kalan 50 yıl içerisinde “kaya gazı/petrolü” üretimi konusunda önemli gelişme kaydetmiştir. Bu konudaki teknolojik sıçrama ile enerji bağımlılığı ortadan kalkmış, kendine yeterli hale gelmiş ve hatta enerji ihraç edebilecek noktaya ulaşmıştır . Gelinen nokta bir devletin özellikle enerji bağımlılığını ortada kaldırmak adına kararlı şekilde AR-GE yatırımlarına verdiği önemin ve teknoloji konusuna yaptığı yatırımın bir zaferidir. Bu başarı sadece mevcut Başkan döneminde yapılan çalışmaların değil geride kalan 50 yıl içerisinde sürdürülen bir devlet politikasının sonucudur.

 

                Kaya gazı/petrolü ile ilgili gelişmelerin yüzyıl içerisinde önemli politik/stratejik sonuçları olacağı düşünülmektedir.

 

                Bu hususun “devlet politikası” konusunun ne anlama geldiği bağlamında en azından inceleneceği ve de ders çıkarılabileceği ümit edilmektedir. Günlük politikalar ile günü kurtarmaya yönelik çalışmaların bir ülkeye fayda değil felaket getireceği tarihteki örnekleri ile sabittir.

 

                “İklim Değişikliği” konusundaki ifadeler de dikkat çekmektedir. Geride kalan 8 yıl içerisinde atmosfere karbon salımı konusunda ilerleme sağlandığına vurgu yapılarak;  “iklim değişikliğinin batılı ülkelere zarar verdiğine, ülkelerin kuraklık ve kıyı bölgelerde seller ile mücadele etmek zorunda kaldığına dikkat çekilmek suretiyle bu konuda acilen önlemler alınması ihtiyacına” vurgu yapılmaktadır . Buradan anladığımız “ani hava değişiklikleri” ya da “süreli kuraklık dönemleri” rastlantı olmadığı gibi ve öyle sadece “yağmur duaları” ile çözümlenebilecek bir sorun da değildir. Bilimsel çalışmaları ve uzun erimli önlemler alınmasını zorunlu kılan ciddiyet içerisinde üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.

 

                Durum bu olunca “günü kurtarma” çabası içerisinde olan fırsatçı politikacı tipinin “bu yaz şehirlerimiz susuz kalmayacak” gibi söylemleri tebessüm ile karşılanmaktadır.

 

                Kuşkusuz eğitim her ülke için de en önemli konulardan biridir. Ülke geleceğinin “sağlıklı ve eğitimli” kuşaklara teslim edilmesi hususu öncelikli bir sorumluluktur.  Bu noktada konuşma metni içerisinde geçen “çocuklarımızın bir test kağıdı üzerindeki boşlukların nasıl doldurulacağını değil de; nasıl muhakeme yürüteceklerini öğrenmelerinin desteklenmesi” şeklindeki ifadenin doğruluğuna kim ne diyebilir ki? Ancak, bu anlayış bir eğitim sisteminin temelden değiştirilmesi anlamına gelmektedir ki; dönüp Türkiye’nin eğitim sistemine de bu noktadan bakmakta fayda bulunmaktadır. Bireyin ve toplumun sorgulama yapmadan yaşamaya koşullandırılması ile doğruyu arama/araştırma ve sorgulama yapmaya özendirilmesi arasındaki yol ayrımında bulunduğumuz göz ardı edilmemelidir.

 

                Birinci yol “biat kültürünün” etkin kılınmasına ve dolayısıyla da “demokrasi kültüründen” uzaklaşılmasına, ikinci yol ise uluslararası kabul gören değerlerle bütünleşmeye ve uluslararası toplumun saygın bir üyesi olarak devam etmeye götürecektir toplumu.

 

                Bu noktada kısa erimli siyasal çıkarlar için acımasız ve sorumsuz şekilde eğitim sistemi ile oynayan “günü kurtarma” çabası içerisinde olan fırsatçı politikacı tipinin “yıllardan beri yapılmaya çalışılan okulu, öğretmeni, sınıfı tekrar eğitimin merkezine oturtmak ve eğitimin burada alındığı algısını topluma yaygınlaştırmak” şeklindeki söylemleri karşısında gülümsememek mümkün değildir .

 

                İçerisinde bulunduğumuz yüzyıl içerisinde kadın nüfusun çalışma hayatına daha etkin ve yaygın şekilde katılması özendirilmektedir. Ancak, çalışan kadının çalışan erkeğe oranla aldığı ücretin düşük olduğu da bir gerçektir. Konuşmada bu hususa da dikkat çekilmektedir. ABD’de çalışan her kadının çalışan ve 1 dolar/saat kazanan her erkeğe göre %23 daha az kazandığına dikkat çekilerek bu ayrımcığa son verilmesi hususuna vurgu yapılmaktadır.

 

                Konunun insan hakları ve anayasa çerçevesinde ele alınmasında fayda bulunmaktadır. Türkiye’de durum nedir dediğimiz zaman önce kaynak ve doğru veri bulma sıkıntısı yaşanacağını bir ön koşul olarak kabul etmek gerekmektedir. Sonra da olsa olsa bu olabilir gibi bir yaklaşımla bir sonuca gitmek kaçınılmaz olmaktadır. Türkiye ve uluslararası kurumların rakamları arasında farklılıklar bulunmaktadır. Yine de bütün bu rakamlar dikkate alındığında sonucun kadın aleyhine dünyadaki görünümden farklı olmadığı anlaşılmaktadır. Kadın çalışanların ayrımcılığa maruz kalmadan ücret farklılığının ortadan kaldırılması Türkiye’nin de önünde önemli bir sorumluluk olarak durmaktadır .

                Ancak, kadını (çaktırmadan) işsiz bırakma anlayışı taşıyan ve böylece ülkedeki “işsizlik sorununa” parmak ısırttıracak bir çözüm bulan yine “günü kurtarma” çabası içerisinde olan fırsatçı politikacı tipinin bırakın saat başı ücret farkını gidermek kadını görmezden gelen tavrının (şimdilik) önlenmesi dahi önemli bir başarı olacaktır.

 

                ABD “al Qaeda” ve bağlantılı örgütler konusunda duyarlı olup, bütün dünyadaki hareketlerini yakından izlemektedir. Bu bağlamda (Türkiye ile de ilgili olması bakımından) Irak’taki ve Suriye’deki hareketlerin izlendiği gerçeği de bilinmeyen bir husus değildir. Konuşmada bu konuya da dikkat çekilmiştir. Ayrıca, Suriye’deki (terör bağlantılı hareketleri dışlayan) muhalif güce de destek verildiğine/verileceğine dikkat çekilmiştir.

 

                Konuşmanın içerisinde çok kısa bir şekilde değinilen bu konunun Türkiye için iki nedenle önemi büyüktür:

 

                Bir süredir dünya ve kısmen de Türkiye basın ve yayın organlarında yer alan Türkiye’nin terör örgütlerine destek vermesi konusundaki kuşku içeren haberler devam etmektedir. Bu bilgilerin doğrulanması durumunda, Türkiye uluslararası kamuoyu önünde sıkıntılı bir sürece girebilecektir ki; Türkiye için kabul edilebilecek bir durum değildir.

 

                Suriye’de iki ayrı muhalefet grubu bulunmaktadır . “Suriye Ulusal Konseyi” (Cenevre görüşme sürecinden çekilmiştir) ve “Suriye Ulusal Koalisyonu” arka arkaya kurulmuş iki ayrı örgüt olup ikincisi uluslararası kamuoyu tarafından tanınmıştır ve Cenevre görüşmeleri sürecinde muhalefeti temsil sorumluluğu üstlenmiştir . Bu noktada, Türkiye’nin hangi muhalefet grubuna daha yakın olduğu ve bu muhalefet grubu üzerinden uluslararası insan hakları hukukuna/insancıl hukuka aykırı fiillere destek verdiği gibi bir iddianın da yine sıkıntı yaratacağı açıktır.

 

                Uluslararası toplum uluslararası güvenliğin tesis edilmesi ve devamlılığının sağlanması bakımından kara para aklama ve terörün finansmanı ile mücadele konularında hassasiyet göstermektedir. Bu nedenle kurulan “Mali Eylem Görev Gücü” (MEGG) çalışmalarına devam etmektedir. MEGG kara para aklama ve terörün finansmanı ile mücadele konularında toplantılar ve ülkeler hakkında değerlendirmeler yapmaktadır. Şubat 2014 ayı içerisinde yapılan değerlendirme toplantısında Türkiye’nin anılan konularda gayret göstermesi hususuna vurgu yapılmıştır ki; bu vurgulamanın teşkilatın aynı zamanda bir üyesi olan Türkiye’nin uluslararası toplum nazarındaki itibarı bakımından olumlu karşılanması mümkün görülmemektedir .

                Yazılarda sürekli vurgu yaptığımız bir noktaya bir kez daha dikkat çekmekte fayda bulunmaktadır. Türkiye başta G20 olmak üzere birçok önemli uluslararası kuruluşun kurucu üyesidir ya da üyesidir. Dünyada giderek daha da kurumsallaşan küresel bir düzen ortaya çıkmaktadır. Uluslararası siyaset, ekonomi ve güvenlik küresel ölçekte yeniden şekillenmektedir. Bu kurumsal yapıların içerisinde bulunmak Türkiye için yaşamsal önemde olup aynı zamanda da bir siyasi hedef olmalıdır.

 

                Ancak, bu noktada bir yandan uluslararası toplantılara katılarak burada alınan ortak kararlara imza atan ve taahhütte bulunan, diğer yandan da uluslararası hukuka aykırı olarak meşruiyeti tartışmalı saklı faaliyetler yürüten yine günü kurtarma çabasındaki fırsatçı politikacı ile Türkiye’nin itibarının ne şekilde korunabileceği konusu, yanıtlanması gereken bir soru olarak önümüzde durmaktadır.

 

                Son konumuz olan “Münih Güvenlik Konferansı” yine gündemi ve üst düzey katılımcıları nedeniyle dikkat çekmektedir . Her yıl Münih/Almanya’da biraraya gelen önemli şahsiyetler uluslararası güvenlik ortamını değerlendirmek suretiyle güvenlik ortamına tehdit oluşturan süreçlere vurgu yapmaktadırlar .

 

                Kuşkusuz bu uluslararası bilgi paylaşım ortamında esas olan “bilinenin yinelenmesi” değil  “bilinmeyenin ya da farkında olunmayanın sunulması” olmaktadır. Bilgiyi özümsemek ve bunu küresel, bölgesel ve ülkesel boyutta anlamlandırarak kullanabilmek ise elinizdeki insan unsurunun kalitesi ve yeteneği ile sınırlıdır.

 

                Gündemi “ülke güvenliği” değil de “kendi güvenliği” olan fırsatçı politikacı tipinin “küresel güvenlik ortamına” bakışı ise ne yazık ki “yeni bir şey yok” ya da “boş konuşmalar” şeklinde olmaktadır. Bu noktada bu gibi ortamlara sadece katılmanın yeterli olmadığına/olmayacağına dikkat çekerek, esas olanın paylaşmak olduğuna vurgu yapmakta fayda bulunmaktadır. Ancak, gerçekten uluslararası güvenlik ortamını değerlendirebilecek yeterlikte ve yetenekte birikime sahip insan unsurunuz varsa.

 

                Konumuza dönersek konferans gündemi içerisinde küresel, bölgesel ve ülkesel boyutta Türkiye’yi de yakından ilgilendiren konular bulunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Küresel boyutta “Siber Ortamda Güvenlik” , bölgesel boyutta “Ortadoğu’nun Gelecek Mevsimi” ve ülkesel boyutta olan da elbette yukarıda da değindiğimiz gibi “Suriye Faciası”, “İran” ya da “Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Kırım” olabilir.

 

                Unutmamak gerekir ki; 1960’larda birçok ülke kuvvet kullanmanın meşruiyetine dayalı olarak hareket ederken “uluslar ötesi terörizm” kavramı henüz gündemde bile değildi. “İnternet ve Siber Ortam” sözcükleri ise nerdeyse bilinmiyordu. Bu bağlamda dünya yeni bir evreye girmiş olup bu kavramlar artık küresel bir mahiyet kazanmış ve bütün dünya için önem arz eden konular haline gelmiştir. “Siber Ortamda Güvenlik” ile ilgili çok şey söylemek yerine, sadece yakın geçmişte Türkiye’de yaşanan ve yaşanmakta olan sosyal paylaşım siteleri üzerinden kamuoyu oluşturmaya yönelik bilgi akışına dikkat çekmenin faydalı olacağı düşünülmektedir . Ayrıca, yine yakın zamanda ABD ve İngiltere tarafından üçüncü ülkelere yönelik olarak uygulandığı iddia edilen “Siber Casusluk” hususu ise belleklerde iz bırakmıştır. Haber alma ve çatışma anlayışının siber ortama intikal etmiş olması gelecek açısından önem taşımaktadır. Bu noktada söyleyebileceğimiz tek husus bu “gerçeğin bilinmesinin” yeterli olmayacağı ve ancak “hazırlıklı olunmasının” fayda sağlayacağıdır.

 

                Bu noktada “internet” kavramının ne şekilde düşünülmesi de tartışmaya açık bir husustur: “Denetlenmesi gereken bir veriye ulaşım yolu mudur, bir silah mıdır yoksa jeopolitik boyutta bir çatışma ortamı mıdır?” Bu sorunun yanıtını da yaşayarak öğreneceğimiz açık ve anlaşılırdır.

 

                Ortadoğu ve kuzey Afrika coğrafyasında başlayan ve genel anlamda “Arap Baharı” olarak adlandırılan sürecin bir bahar mevsimi olmaktan çıkarak bölgeye yıkım ve mutsuzluk getirdiği bilinmektedir . Bu sürecin ne şekilde devam edeceği ve sonuçlanacağını bugünden kestirmek ise henüz mümkün görülmemektedir. Ancak, günümüze kadar olan gelişmelere bakarak geleceğe yönelik çok iyimser beklentiler içerisinde olunamayacağı da açıktır. Bu konunun bölgesel ölçekte Türkiye’yi ilgilendiriyor olması bakımından dikkate alınmasında fayda bulunmaktadır.

 

                Ülke ölçeğinde ise Ukrayna-Kırım-Rusya Federasyonu, İran ve Suriye gelişmelerinin önem arz ettiği açıktır. Karadeniz havzasında cereyan eden birinci sorun Kırım’ın Ukrayna’dan ayrılarak Rusya Federasyonu’na katılması ile yeni bir aşamaya geçmiş bulunmaktadır. Konferans ortamında Ukrayna’nın kendi geleceğini belirleme konusunda yetkin olması gerektiği ifade edilse de uygulamada farklı bir sonuç ortaya çıktığı açıktır. İran’ın nükleer programı konusunda ise bir uzlaşma noktasına gelindiği ifade edilse bile bu hususta kapsamlı ve nihai bir anlaşma zeminin henüz oluşmadığı ifade edilmektedir . Suriye’de ise çatışma ortamı ciddiyetini devam ettirmektedir. Türkiye’nin çevresindeki bütün bu gelişmeler her an farklı süreçlere dönüşme karakteri taşımaktadır. Yakından izlenmesi ve hazırlıklı olunmasını zorunlu kılmaktadır.

 

                Kaldı ki; neredeyse 60 yıldır bir barış denizi olan Karadeniz kuzeyindeki gelişmeler Türkiye bakımından bölgesel ölçekte sorunlara bir yenisinin daha eklenmesine neden olmuştur.

 

                Bu süreçlerin ortaya koyduğu diğer önemli bir husus da; ikili ya da çoklu olarak ülkeler arasında ve bölgesel ölçekte çatışma olasılığının varlığını halen devam ettiriyor olmasıdır.

 

                Bölgesel ve ülkesel boyutta barış ortamını korumak ve güçlendirmek yerine, çatışma ortamına girme arzusu olduğu izlenimini veren Türkiye’nin ülkeler arası sorunların giderek yoğunlaştığı bir coğrafyada geleceğe yönelik nasıl tavır alacağı ise önem taşımaktadır.

 

                Sonuç olarak yukarıda dikkat çekmeye çalıştığımız bütün konu başlıkları ile dünyanın hangi istikamete doğru devindiğine vurgu yapmaya çalıştık. Küresel boyuttaki sorunların bütün dünyaya tehdit oluşturduğu ve bunların küresel mekanizmalar ile çözümlenebileceği açıktır.

 

                Durum böyle iken Türkiye’nin kısa erimli ve günü kurtarmaya yönelik girişimlerini anlamak pek mümkün görülmemektedir. Bütün bu girişimlerini etnik ve dini/mezhepsel zemin üzerinde oturtmaya çalışan ve bu istikamette gayret sarf eden Türkiye’nin dünyanın istikametine ters bir istikamette hareket ettiği açık bir şekilde görülmektedir.

 

                21. yüzyılın önümüze getirdiği riskleri ve fırsatları akılcı ve bilimsel çerçevede incelemek suretiyle doğruları yakalamak ve dünya ile birlikte hareket etmek yerine, yüzyıllar öncesinin bugün için doğruluğu tartışmalı anlayışı ile sorunlara çözüm gayretlerinin bir fayda sağlamayacağı görülmektedir.

 

                Dünya’nın gündemi ile Türkiye’nin gündemi örtüşmemektedir.

 

                Geride kalan 15 yıl içerisinde Türkiye’nin gündemini oluşturan konu başlıklarına baktığımız zaman karşımıza çıkan tablo ürkütücüdür. Kamuoyuna yarar getirmeyecek ve ancak toplumu geren, ayrıştıran konuların gündem oluşturduğu görülmektedir .

 

                Devletin bütünlüğü bozulmuştur. İki devletimiz olduğu artık en üst düzeyde ifade edilir olmuştur. “Paralel Devlet” ifadesi yaygın şekilde kullanılırken bu ikincil devletin kimlerin desteği ve gayreti ile yapılandığı gerçeği gözlerden kaçırılmıştır. Üzeri örtülmeye çalışılmıştır.

 

                Bütün bu süreç sonucunda alt yapı çalışmaları yapılarak fiziki olarak daha imar ve inşa edilen bir görüntü ortaya çıkmış olsa da; “tuğla ülke” sıfatını kazanmış olmamız önlenemediği gibi bu imar ve inşa faaliyetlerinin geri planında nasıl bir sermaye hareketi olduğu da henüz belirsizliğini korumaktadır .

                Dünyaya parmak ısırttıracak şekilde ve üstün bir zeka ürünü olarak “ucuza arazi aldıktan sonra bir imar değişikliği ile değer kazandırarak ve de yüksek binalar yaptıktan sonra satarak ekonomik büyüme rekorları kırmak” şeklindeki bir model geliştirme başarısını göstermiş olduğumuz teşhis edilmiştir!

 

                Yine geride kalan yıllar itibarıyla yolsuzluk söylentileri yoğunluk kazanmış ve toplum neredeyse “çalmayı ve yalan söylemeyi” makul sayar olmuştur. Toplumda “abi olsun çalıyor ama yapıyor da” gibi bir anlayış giderek meşruiyet kazanmıştır.

 

                Çalışmaların toplumu “çağdaş uygarlık düzeyine” götüreceğini beklerken süreç içerisinde hayretle “çalma ve yalan söyleme” düzeyine sıçrama yapmış olduğumuz görülmüştür.

 

                Uluslararası kamuoyunda adımız kara para aklama ve terör örgütlerine finans desteği sağlayan ülkeler arasında anılmaya başlanmıştır.

 

                Bütün bunlar ülke ölçeğinde vahim sayılabilecek tespitlerdir.

 

                Türkiye’nin ayrışmaya değil birleşmeye, çatışmaya değil barışa, yoksulluğa değil zenginliğe, cahilliğe değil eğitime, itibarsızlığa değil saygınlığa ihtiyacı vardır. Bilime, incelemeye, araştırmaya önem veren bir Türkiye’nin zamanı yakalamaya ve dünya ile birlikte soluk alıp vermeye ihtiyacı vardır.

 

                Seçim sonuçlarının bu olumsuz tabloyu değiştirecek bir kapı açabileceğini umut ederek demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarına saygı çerçevesinde yaşayabileceğimiz bir Türkiye özlemimizi bir kez daha yineliyoruz.

 

 

 

                                                                             

                                                                                                                             Av. Reha Taşkesen

                                                                                                                             28.03.2014, Ankara

 

               

 

Av. Reha TAŞKESEN | Tüm Yazıları
Hits: 1341