Kim kimi yargılayacak?

~ 06.11.2013, Orhan Gazi ERTEKİN ~
Türkiye'de avukatlık, her türlü iktidar karşısında kırılgandı ve çoğu zaman yargıda kendisine gösterilen yere razı oldu.

Haber: ORHAN GAZİ ERTEKİN* / Arşivi

ÇHD’li (Çağdaş Hukukçular) dokuz avukatın tutuklulukları 10. ayını doldurdu. KCK davalarında onlarca avukatın tutukluluk süreleri de iki yılı geçti. Ergenekon davasında avukat Serdar Öztürk, dört yıllık bir tutukluluk sürecinden sonra artık hükümlü sayıldığı aşamaya gelmiş durumda. İhya-Der Davasında 6 yıl 3 ay hapse mahkum edilen Mahmut Şahin mahpusluğunun 25. ayını doldurdu. İstanbul Baro yönetimi ise ilk defa yargı önüne çıkarıldı. Bu gelişmelere kuşkusuz ki “avukatlar da suç işleyebilir” düşüncesiyle eğilmeyi tercih edebilirsiniz. Ama, ülkedeki bütün siyasal davaların, avukatlarına kadar uzanan bu yaygınlığı, tekrarı ve benzerlikleri göz önüne alındığında yargılamaların politik baskı mekanizmalarıyla olan geleneksel bağını da değerlendirme konusu yapmaktan kaçınamazsınız. Dahası avukatlar hakkındaki iddianame ve kararları ayrıntılı incelediğimizde ise Türkiye ’de yargının avukatlar ile arasındaki geleneksel “hasım”lık ilişkisini hikayeye dahil etmeden yukarıdaki “mahpus avukatlık” hallerini anlama çabamızın eksik kalacağını da fark etmek gerek.



Yargı, bugüne kadar iktidarların güdümünde kendisini kısır, tek boyutlu ve sığ bir yapıda üretmeye gayret gösterirken bu sığlığa kendi farklılıklarıyla karşı koyan özgün avukatlık tecrübelerini hiç hoş karşılamadı, devrimci avukatlık tutumundan ise hep nefret etti. Yargının, adalet yerine sürekli “şiddet” üreten doğasının en net açığa çıktığı yer işte bu “pekala yargı da suç işler” diyenlerin çoğaldığı ve o saat kendilerini “tutuklu” buldukları yerdir. KCK duruşmalarının devam ettiği ve ÇHD’li avukatların duruşmasına hazırlanıldığı bugünlerde yargı ile politik avukatlık arasındaki bu karşılaşma anlarına özel dikkat göstermek icap ediyor. Şimdi bu ilişkinin hem içerdeki hem de dışardaki gelişmeleri ve sonuçlarını görelim.

Yargıda “şiddet”

İlk anda şaşırtıcı gibi görünebilir. Ama Türkiye’de yargı, bugüne kadar, sertlik, kabalık ve dayatmalara dayanan bir gündelik kültür üzerinden kendi varlığını ayakta tutmayı başarabildi. Bu sayede “sıradan vatandaş”ların yargılama sürecine dönük paylaşma taleplerini kolaylıkla def edebildiği gibi avukatlık ve akademi gibi “baş belası” unsurları da uygun bir mesafede tutmayı sağlayabildi. “Zor” ve “şiddet”in üstü kapalı ve belli belirsiz dağılan bu türü, sadece vatandaşlar, avukatlar ve akademiye yönelik işletilmiyor, aynı zamanda bizzat hakim ve savcıların kendi aralarındaki hiyerarşik temaslara da yerleşiyor, Türkiye yargı düzeninin “şiddet”i normalleştiren bir iç ilişkiler mekanizmasıyla örüldüğünü ortaya koyuyor. Bu durum Başsavcılar karşısında savcıların, Adliye komisyon başkanları ve dahi müfettişler karşısında hakimlerin iş, nöbet, kadro, teftiş vs. gibi tüm temel meseleler üzerinden bir anda kolaylıkla harcanabileceği kırılgan ve gergin bir ilişkiler ağı üretir. Ama ağ burada tamamlanmaz. Sonrasında bu hiyerarşik yapının kendisine avukatlar ve akademisyenlerden oluşan daha alt bir hiyerarşik ilişki alanı kurmasıyla genişler ve herkesin kendi haddini ve yerini bildiği bir “şiddet” dünyası yargının içinde giderek olağanlaşır. İşte bu düzene, bazen hakim ve savcılar çomak sokarlar. Ama bu düzenin en büyük düşmanları özgün avukatlık pratikleri ve devrimci avukatlık gelenekleri. Çünkü bu pratiklerde yargı kendisiyle eşit konuşan bir özgüven görür. “Bağımsız yargı”, “hakim-savcının itibarı” veya “adliyenin vakarı” vb. gibi bütün o sahteliklerin darmadağın olduğu yer işte burasıdır. Yargının yaşadığı bu içsel gerilimin avukatlara yönelik zincirleme davalar olarak yansımasının sebebini de buradan takip edebiliriz.

Yargının hasımları

Türkiye’de avukatlık geleneği, dayanıklı ve tarihsel kökenleri olan bir “sosyete”ye veya cemiyete dayanmadı. Bu nedenle her türlü iktidar karşısında kırılgandı ve çoğu zaman yargıda kendisine gösterilen yere razı oldu. Buna karşılık Nazi ve faşist örneklerinde olduğu gibi bir “devlet memurluğu” olarak da görülmedi, devlet merkezinin ideolojik tercihlerinin baskın olduğu bir sivil görev alanı olarak inşa edildi. Bu durum, İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Fikri Bey sonrasından (1926) 1970’lere kadar avukatlığın içinden yargının sorgulandığı bir politik tutum alışın gerçekleşememesinin de temel sebebidir. Geçmişte Bülent Nuri Esen ve Kenan Öner gibi akademisyen-avukatlar bu geleneği aşma başarısı gösteremezken Orhan-Burhan Apaydın kardeşler, Turgut Kazan vb. gibi avukatlar yeni, etkin ve doğrudan yargının sorgulandığı bir savunma aşamasına geçişin yollarını da döşerler. Aynı dönemlerde Halit Çelenk ve ÇHD ile beraber “devrimci avukatlık” geleneği de başlar. ÇHD’yi bugün de sanık sandalyesine oturtan bu gelenek geldiğimiz aşamada yargının artık tarihsel bir “hasmı” olarak tescillenmiş bulunuyor.

Devrimci avukatlık dönemi

Bu yeni politik dönem, yargının geleneksel duruşma ve konuşma kültürünün “tehdit” hissini de artırdı. Geleneksel yargı, ilk defa, karşısında eşit hukuk aktörleri görmeye başladı ve bu durum avukatlığın “kriminal” bir algıya yerleştirilmesinin de başlangıcı oldu. Hatta bazı dönemlerde iş o dereceye kadar vardırılmıştı ki, örneğin 12 Mart darbecilerinin hakimi Baki Tuğ’a bakarsak “Aslında avukatları olmasa Deniz Gezmiş’in idam edilmeyebileceği. Avukatlarının sert tutumlarının buna yol açtığı”na dair avukatlığı doğrudan hasım haline getiren bir yaklaşıma kadar bile uzanmıştı. Sonradan Faik Candan, Yusuf Ekinci ve Fuat Erdoğan gibi avukatların cinayetlerle susturulmasına ve devamında avukatların duruşma salonlarında, adliyelerde yerlerde sürüklenmesine kadar gelişen olaylara da şahit olduk bu süreçte. Bununla beraber politik dava avukatlığının yargıdan dışlanmasına ve “düşman”laştırılmasına dönük bu girişim ilk anlarda başarılı gibi görülebilirse de geldiğimiz aşamada giderek yaygınlaşan bir savunma “isyanı”nın da temel zeminine dönüştü. Yargının 2010 sonrası olağanüstü bir politik tekel alanına dönüşümü, baroları ve avukatlık alanını daha yoğun bir politik direniş ekseni yaratma sorumluluğuna yöneltti ve İstanbul Barosu üzerinden Cumhuriyetçi ve ulusalcı yargı geleneğinin geleneksel ve uyumlu reflekslerini dönüştürmesine yol açtı. Dahası son dönemlerde avukat Ömer Kavili’nin yargıyı hukuk alanına çağırmaya dönük her atılımı, sonunda Kavili’nin kendisini sanık olarak bulduğu yeni yargı skandallarıyla son buluyor. Yargıç ve savcı karşısında yeni ve özgün bir avukat duruşuna yönelik bu girişimleri yargının kendisini alıştığı tarzda yeniden üretmekte ısrar göstermesinin ne kadar gülünç sonuçlar yarattığını da gösterdi. Yargının despotik biçimde üretilmesi ısrarının sökmeyeceği artık iyice görünüyordu.
ÇHD’ye gelince o bu geleneği, 2000’lerden itibaren kentlerden dışlananlardan maden ocaklarında cesetleri gömülenlere, iş kazalarının mağdurlarından çöp toplayıcılarına kadar geniş bir alanda yeniden üretme başarısı gösterdi. Yoksulları aktif biçimde sahiplendi. Suriye’de silahlandırılan güçlerin yarattığı mağduriyetlerle ilgilenmeye başladığı anda ise hem iktidarın hem de yargı geleneğinin açık saldırısının konusu haline geldi. Ve sonuçta politik dava avukatlığı bir kez daha sanık haline gelmiş oldu. Zaten böyle bir iktidar ve yargı geleneğinin içinde adalet talep etmenin savunmayı aynı zamanda sanık haline getirmesi kaçınılmazdı. Ama yargılananın gerçekte kim olduğunu zamanla göreceğiz...
*Demokrat Yargı

Radikal

Orhan Gazi ERTEKİN | Tüm Yazıları
Hits: 2486