Vaziyet

“Nazi Almanyası’nda papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: ‘Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler; benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.’ ”

Her Vaziyet’te bu kısa hikâyeyle yeniden karşılaşıyoruz. İlkönce, okumuştuk. Arasıra okuduk. Şimdiyse, hâlâ yerinde mi diye bakıyoruz. Bizi henüz götürmediler. Ne var ki, durumumuz Niemöller’inkinden daha nahoş. O başta ayırdında değildi. Üzerine düşeni sonunda, bu sözleri yazabilmekle yapabilmişti. Biz ama çok komiğiz. Hem okuyor, hem bakıyor, hem de bekliyoruz ki, gelsinler, bizi bu vaziyette derdest etsinler. Ancak o zaman belki olan biteni anlayabileceğiz. Dönünce (dönebilirsek eğer) biz de böyle bir sözü kâğıda dökebiliriz. Ama yayımlayacak kimse kalmış olacak mıdır? Umarım kalır, okuyanlar da bizim gibi olmazlar.

Bir zaman, bir mahkemede bir duruşmam vardı. Gitmek istemedim. Bezmiştim. Söyleyeceklerimin hepsini dilekçemde, diğer cevabi yazılarımda yeterince dile getirmiştim. Ne için gidecektim? Yeni ne söyleyecektim? Duruşma zaten usulen yapılan bir şeydi. Sonucu değiştirmeyecekti. Yargıçların da sınırları vardı! Küçük oğlum Aliş daha altı yaşında, “ben kolay pes etmem” der durur. Ben de pes etmemeliydim. Gittim. Ama şu birkaç sözü söylemek için gittim ve söyledim: “Üniversitelerimiz, ülkemiz bugün irticaın kucağına düşmüştür. Küresel sömürünün kucağına düşmüştür. Bu duruma karşı mücadele etmekle sorumluyum. Bu sorumluluğu sizinle paylaşmak için bu davayı açtım. Nerede bir yargıç görürsem, nerede bir mahkeme kürsüsü bulursam onlarla bu sorumluluğu paylaşmak için bu davaları açıyorum” dedim. Başkan sadede gelmemi istedi.

Bunlar açacağım son davalar. Bunlar, hâlâ böyle bir iyimserlikle, sorumluluk paylaşmaya gideceğim son yargıçlar, son mahkeme kürsüleri… İstemediğimden değil, onları artık bulamayacağım kaygısından bu halim. Belki biriniz “hiç olmadılar ki” diyecektir. Ona da bir şey söylemem.

Yargıyla, en olmadık yerinden – yolsuzluk araştırmasıyla – sosyoloji yaptım. Yargı Sosyolojisi her ülkenin ciddi biçimde itibar etmesi gereken çok önemli bir bilimsel bilgi alanıdır. Yapanları cesaretlendirmelidir. Şimdilerde yargı yine en olmadık bir başka yerinden derin yaralar almaktadır. Hep bir ölçüde sınıfsal ve siyasal olan yargı, ileri düzeyde “inhumanus”, insafsız olmakla vazifelendirilmeye çalışılmaktadır.

Yargıçlar kararlarını sonuçlarına bakarak vermezler, ama biz kararların sonuçlarına bakarak yargının işi, işlevi, değeri, anlamı hakkında genel bir yargıya ulaşırız. Bizim bu yargımız, o yargının bir sağlayıdır bir yönüyle. Yargıçlar kamu vicdanının ağır işçileridir. Kamunun kitle olmadığını iyi bilirler. Kitlenin vicdanının olmadığını iyi bilirler. Kendi vicdanlarının bizim her birimizin vicdanı olduğunu iyi bilirler. Bunları iyi bilirlerse, biz de onları iyi biliriz. Güveniriz. Ölesiye teslim ederiz kendimizi.

Yargının yanlılığı hakkında gelişen, geliştirilen duygularla, düşüncelerle kavgalar giderek büyür. Yargıyı kendi emelleri için hırpalayanlar bununla büyük çıkarlar sağladıklarını sanırken aslında kendi sonlarını hazırlamış olduklarını çok geç fark ederler. Sonunda Yargıya karşı gelişen genel güvensizlik asgari bir barış düzeyini bile olanaksız kılar. Yargı, güvende sürekli bir konsensusun zorunlu bulunduğu tek kurumdur. Diğer kurumların meşruluğuna bu oydaşlıkla gidilir. Siyasetçiler yargıyla olan ilişkilerini tüm bunları gözeterek değerlendirirlerse ülkenin, yurttaşların başı daha az ağrır.

Yargı da kendine bu gözle bakmalı, bir çeki düzen vermelidir. %10’luk seçim barajı yardımıyla yürütme ve yasama erkini gasp edenlerin kuşatmasını yarmalıdır. Siyasetin ve çıkar erbabının sultasından kendini korumalıdır. Nihayet insanın, yargıcın da, yalnız kalmaya cesareti bulunmalı, ama onu yalnız bırakmamalıdır. Bu ise hepimize düşen bir görevdir.

(Cumhuriyet Bilim Teknik 26.02.2010)

Prof. Dr. Hayrettin ÖKÇESİZ | Tüm Yazıları
Hits: 2204