'Hassas dönem' için gözlemler ve saptamalar

~ 27.03.2013, Metin ÇULHAOĞLU ~

Bu yazı, önceki portal yazılarına göre biraz uzun.

İçinde bulunduğumuz “hassas dönemde” ortadaki duruma ve konu başlıklarına biraz daha derli toplu, belirli bir bütünlük içinde bakma gereği, yazıyı uzatan etmenlerin başında geliyor. Bir “haber portali” için uzun sayılabilecek böyle bir yazının okunmasını kolaylaştırmak için, görüş ve düşünceler belirli başlıklar altında ve maddeler halinde sıralanıyor.

Kolay gelsin…

I. EN YUKARIDAKİ GÜÇ ODAĞI

1-ABD’nin dünya hegemonyası çeşitli sorunlarla karşılaşmakta, gerilemektedir. Gerileyen bir güç olarak ABD’nin her şeye rağmen Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgeye kayıtsız kalması beklenemez. Bunu bilen bölgedeki kimi aktörler, bir yandan ABD’ye “güven vermeyi” zorunlu görürken diğer yandan gerileyen hegemonyanın bıraktığı boşluklardan kendi vizyonları doğrultusunda yararlanmayı düşünmektedir.

2- Bölgedeki “boşluktan” yararlanmayı düşünen aktörlerden biri de AKP Türkiye’sidir. Ancak, İsrail’le gerilen ilişkiler, Suriye konusunda sergilenen acelecilik nedeniyle bir ölçüde açığa düşme ve nihayet kendi “Kürt sorunu”, Türkiye’nin elinin ne kadar güçlü sayılabileceği konusunda tereddütler yaratmaktadır.

3- Bölgedeki kimi müttefiklerinin “rahatsız edici” saydığı İsrail karşıtlığını ve ters tepip kendisine dönebilecek kimi radikal İslamcı akımları potansiyel risk olarak değerlendiren ABD, diplomatik bir operasyonla İsrail’e Türkiye’den “özür diletmiştir.”

4- Türkiye, son dönem hızlanan “Kürt barışı” girişimleriyle, elini zayıflatan sorunlarından birini çözme yolunda olduğu mesajını vermiştir. ABD açısından bakıldığında ise, “Kürt kartının” en son yönelimi bir yandan İslami vurgularıyla değer taşırken, diğer yandan “aşırı İslamcılığı” ve İsrail düşmanlığını frenleyebilecek özelliklere sahip bir koz olarak görülmektedir.

5- Sonuçta, önce Suriye, ardından İran baş ağrılarının halledilmesi ve bölgenin dışarıdan kimi güçlerin etkisine kapatılması açısından gerekli sayılan üç aktörün (Türkiye, İsrail ve Kürtler) yakınlaşması için önemli denebilecek bir adım atılmıştır.

II. “VİZYON”DAKİ SORUNLAR

1- AKP Türkiye’si, kendi güneyini daha dar anlamda “nüfuz alanı” olmanın ötesinde bir tür lebensraum (yaşama alanı) sayan bir vizyona sahiptir. Bu vizyon, Nazi Almanya’sının lebensraum’undaki “nüfus/coğrafi alan uyumsuzluğu” iddiasını (henüz) taşımamakla birlikte, Osmanlı’ya atıfla bir “doğal ve tarihsel hak” iddiası burada da söz konusudur.

2- Bugün bu iddia, en azından Abdullah Öcalan’ın söyledikleriyle Kürt tarafınca da temelde teyit edilmiş ve desteklenmiş olmaktadır.

3- Nazi lebensraum’unda nasıl Almanya’nın “yaşama alanı” kapsamında yer aldığı söylenen ülkelerin, halkların ve dinlerin fikirleri sorulmamışsa, AKP-Öcalan lebensraum’unda da böyle bir duyarlılığa gerek görülmemektedir. Bu durumda, ya şimdilik “ortak” denebilecek vizyonun kendisine tabi olacak unsurların “hayır” diyemeyeceği mükemmellikte olduğu vehmedilmekte ya da bu unsurlar en başından hiç dikkate alınmamaktadır.

4- Yukarıdakilerden hangisi olursa olsun, bu vizyonun uygulama aşamasında savaş getireceği kesindir. Aradaki önemli tarihsel dönem farkına karşın böyle bir vizyon, örneğin İran’ın tutup “ben Pers İmparatorluğu’nu ihya edeceğim” demesine benzemektedir.

5- Kürt “Hamidiye Alayları” (kuruluşu 1890) daha İttihat ve Terakki’den önce, Abdülhamit döneminde Osmanlı’nın özellikle Ermenilere karşı işlediği suçlara ortak edilmiştir. Şimdi “yeni Osmanlı” Kürtleri yeni suç ortaklıklarına davet etmekte, anlaşıldığı kadarıyla diğer taraf da “neden olmasın” demektedir.

6- Sonuçta “vizyon”dan çıkabilecek olan, yeni gerilimler, çatışmalar, hasımlaşmalar ve savaşlardır.

7- “Büyüyen Türkiye” vizyonunun beraberinde getirmesi kaçınılmaz olan hasımlaşmaların, çatışmaların ve savaşların, süreç içinde zıddına, yani “küçülen Türkiye’ye” dönüşmesi olasılığı da güçlüdür.

III. İPOTEK

1-Yukarıda özetlenen vizyona dayalı, AKP-İmralı eksenindeki bir “Türk-Kürt barışı” Türkiye’nin geleceğini de ipotek altına alacaktır.

2- İmralı mesajlarının, AKP’nin dış politika vizyonuyla uyumlu olduğu genel olarak söylendiği gibi, bu mesajlara ilişkin “stratejik derinlik” (Davutoğlu) göndermeleri yapılmakta, AKP kurmayları da “bizim görüşlerimizle örtüşüyor” demekten çekinmemektedir.

3- Bu durumda, yarın AKP iktidardan gitse ve onun yerine gene Kürtlerle barıştan yana, Kürtlerin taleplerini karşılamaya hazır, ama AKP’nin dış politika vizyonunu hiç benimsemeyen bir iktidar gelse ne yapacaktır? Kürt barışı adına “İslami ortaklıklar” temelinde sınır ötesi bir nüfuz alanı ya da “büyüyen Türkiye” peşinde koşmaya mecbur mu kalacaktır? Kürt tarafı, “biz barışı bu vizyon adına kabullenmiştik, o yoksa barış da yok” mu diyecektir?

4- Barışın, kardeşliğin, demokrasinin ve buna benzer erdemlerin içinin ancak İslam bayrağı altında yayılmacı projelerle doldurulabileceğinin düşünülmesi, ilgili tarafların suiniyetleri ve/ya da acizliklerinin öncesinde, günümüz dünyasında emperyalizmin ve sermaye egemenliğinin getirdiği kesin sınırların işaretidir.

IV. HALK

1- “Örtüştüğü” söylenen AKP-İmralı vizyonları karşısında halkın bir kısmının (başta Kürtler) “işte tam da bu” diyeceği, diğer kısmının ise (Kürt olmayanlar) tamamen milliyetçi-şoven ve inkârcı eğilimlere angaje olup MHP’nin, şunun bunun peşinden gideceği bir Türkiye düşünülemez (böyle bir Türkiye isteyenler olsa bile). Ayrıntılarına, olasılıklara ve senaryolara takılıp kalınmadan, böyle bir Türkiye olamayacağının kabulü, özellikle sosyalist siyasetin temel çıkış noktası olmak zorundadır.

2- “Örtüştüğü” söylenen vizyonlar, AKP kurmaylarının, “önderliğin”, liberallerin ve anaakım medyanın vizyonudur. Yoksa Kürt halkının da, Kürt olmayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının da asıl derdi şu ya da bu vizyon, “bölgenin İslam bayrağı altında” yeniden şekillendirilmesi vb değil ölümlerin olmamasıdır.

3- Bir kesimin kendi vizyonunu/vizyonlarını, vizyonsuz halka “iç barış” adına önermeleri siyaseten ne kadar “meşru” ise, başkalarının (sosyalistlerin) aynı halka hem “iç” hem “dış” barış adına kendi “vizyonlarını” önermeleri de o kadar meşrudur.

4- Bu meşruiyeti sorgulatacak, siyasal, dönemsel, konjonktürel, ahlaki vb en küçük bir engel bile yoktur.

V. SOL

1-Selahattin Demirtaş “siyaset çıkar meselesidir” demiş, Ahmet Türk de “sosyalistlerden kendilerini anlamalarını” rica etmiştir. Samimiyetlerinden hiç kuşku duyulmasa bile bu söyledikleri gereksizdir. Çünkü “sosyalistlerin” bir kısmı Kürt hareketinin seyrini dikkatle izlemekteydi ve ortaya çıkabilecek durumları hesaba katmaktaydı. Dolayısıyla, şaşırmadıkları gibi “anlaşılmayacak” bir durumla da karşılaşmamışlardır. “Sosyalistlerin” diğer kısmı ise Kürt hareketindeki her yönelimi “anlamanın” ötesinde desteklemeye zaten hazır olduğundan onlar için de “bizi anlayın” denebilecek bir durum söz konusu değildir.

2- Türkiye’de sosyalistlerin mevcut duruma ve saflaşmaya bakarak “açmazda kalma” ya da “arada sıkışma” duygusuna kapılmaları, siyasal değil psikolojik bir sorundur. Bu durumu yaratan da, verili sorunun “içinden yürümeyi”, “içinde yer alarak oraya ya da buraya doğru ittirmeyi” siyaset sayan bir anlayışın, bunun sonuçsuz olduğunu gördükten sonra başka bir yol, başka bir çare olmadığını düşünmesidir.

3- Oysa genel olarak sosyalist harekette mutlaka “içinden yürünmesi gereken” durum ve olgular nadiren ortaya çıkar. Bolşeviklerin Birinci Dünya Savaşı sırasında yaptığı ya da emperyalizme/faşizme karşı sıcak savaş durumlarında olduğu gibi. Diğer durumlarda yapılması gereken ve yapılabilecek olan ise, mevcut sorunun ya da gündemin üzerine, başka ve düzenin temel dayanaklarını oluşturan olgulardan, durumlardan, çelişkilerden ve sorunlardan hareketle yürünmesidir.

4- Üstelik sıkça verilen “Bask”, “İrlanda” vb örneklerinden farklı olarak, Türkiye’deki sorunun üzerinde başka alanlardan yürüme bakımından çok daha fazla fırsat vardır. Çünkü işsizlikten sömürüye, eğitimden sağlığa akla gelebilecek ne varsa hepsi, taraflardan birinin kitlesini oluşturan Kürt halkına doğrudan değmekte, değmenin de ötesinde onunla içselleşmekte, yer yer de özdeşleşmektedir.

5- Türkiye sosyalist hareketi, artık “katarsis beklentisi” denebilecek boyutlara ulaşan bir illetten kendini kurtarmalıdır. “Katarsis” büyük, topyekûn ve köklü bir arınma ve temizlenme anlamına gelir. Sosyalistler arasında, Kürt sorununun şöyle ya da böyle kalıcı çözümünün, toplumu, siyasetiyle, rejimiyle, ideolojisiyle, kültürüyle, gündelik yaşamıyla, kısacası tüm yönleriyle “temizleyip arındıracağını” düşünenler vardır. Oysa sermaye egemenliği yerli yerinde dururken, hele hele emperyalizmin belirleyici etkileri ortadayken, Türkiye dâhil hiçbir kapitalist toplum şu ya da bu özel sorunu çözerek ciddi bir arınma ve temizlenme yaşayamaz. Meraklısı için ek not: Bu anlamda “katarsis”, bırakın sosyalist devrimi ve iktidarı, ancak “komünizmin ileri evresinde” ortaya çıkabilecek bir durumdur.

VI. ÇIKARSAMALAR

1-Bir bakıma “şüyuu vukuundan beter” deyişindeki gibidir. Malum vizyonun tam anlamda gerçekleşme şansı sıfırdır; ama sanki gerçekleşebilir ve gerçekleşecekmiş gibi atılacak adımlar, Türk olsun Kürt olsun bu ülkede yaşayanların başına yeni ve şimdikinden daha büyük belalar açacaktır.

2- 12 Eylül’den büyük yaralar alarak çıkan Türkiye sosyalist hareketi, 1980 sonrası ilk önemli ayrışma ve saflaşmasını 1991’i izleyen dönemde, dünya sosyalist sisteminin yıkılmasının etkileri altında yaşamıştır. Dönemin karmaşası içinde yeterince fark edilmeyen bu temel ayrışma, daha sonra çeşitli örgütler içindeki “artçı sarsıntılarla” kendini dışa vurmuştur.

3- Bugün Türkiye sosyalist hareketi, bu kez “Kürt sorunu” katalizörlüğünde, ama 1991 sonrası ayrışmanın bakiyesini de içerecek şekilde, yeni bir dönemece, belki de yeni bir ayrışma noktasına gelmiştir.

4- Bu ayrışmanın taraflarının, “bizim böyle projelerle işimiz yok” diyenlerle “belki buradan da bize bir şeyler nasip olur” umudu taşıyanlar olarak şekillenmesi bir olasılıktır.

(SolHaber)

Metin ÇULHAOĞLU | Tüm Yazıları
Hits: 1246