Benim güzel hastalıklarım!

~ 08.12.2012, L. Doğan TILIÇ ~

Yazılara verdiğim kısa böbrek arasında, çok arayan oldu: “Ooo, ben bilirim; doğumdan beterdir” diye.

 

Hepsi de erkek. Yahu, taş düşürdün de, doğurmadın ki, doğum sancısını nereden biliyorsun?

 

Böbrekten bir şeyler dökmeyi doğumla kıyaslayacak değilim, ancak epey türünü tattığım işkenceden beter olduğunu söyleyebilirim!

 

Aslında, hastalıklarımı severim; sıfır vicdan azabıyla tembellik fırsatı verir. Bende naz, evde ilgi tavan yapar…

 

Bu sefer şunu fark ettim; yazı yazmak zor işmiş! Ne yazacağım, nasıl yazacağım stresinin üzerinizden kalkması büyük lüks. İnsan yazarken yazmanın zorluğunu bu kadar hissetmiyor.

 

Aradan sonra, ilk yazıya başlamadan İlker müdürün yazarlara talimatı geldi: “Gazetemizin görünümü ile ilgili … düğmeye bastık… köşe yazılarını 3.500 vuruşla sınırlamak durumundayız.

O kadar konu birikmiş ki yazacak; ama şimdi müdürleri kızdırma zamanı değil. Değişim, atılım günleri gazeteciler için risklidir. Yeni görünüm falan derken, görünüme uymuyorsun diye kapıya koyuverirler adamı.

Benim durumumda, risk daha büyük. Ne zaman bir nedenle yazılara ara versem, gazetenin tirajı yükseliyor. Daha önce iki kez oldu, bu sefer de öyle. Umarım, gazete yönetimi “Doğan yazmadıkça tiraj artıyor” durumuna uyanmamıştır.

Hastayken, evde yalnız kalıyorsun ya, yanında biri olsun istiyor insan, can şenliği…

Sağ olsun, Başbakanımız hep hissettirdi varlığını…

İngiliz’in Independent’ında bir araştırma okudum; “Marslı bilim insanları insan soyunda erkek üreme sistemini araştırsalar, hızla yok oldukları sonucuna varırlardı” diye başlayan ve spermlerimizin kalitesinin sürekli düşmekte olduğunu gayet bilimsel anlatan. Peki, neden? Neden belli; yediklerimiz, içtiklerimiz, kirlenen doğa…

Sürekli üç beş diyen Başbakanımız manevi şahsiyetiyle karşımda bitiverdi o an. Haddim olmayarak; “Sayın Başbakanım” demişim “üç beş yapın diyeceğinize, sebzemizin, etimizin, sütümüzün, HEStir diye darmadağın ettiğiniz çevremizin üzerine titreseniz, daha çok doğuracağız zaten.

Yatakta, sıcak su küvetinde ne düşünsem yazacak, ucu Başbakanımıza çıktı.

Şu “illa da dokunacağım” konusu var ki, günlerce yazmalı. Ahmet (Şık) “dokunan yanıyor” demişti ya; AKP söz konusu olunca durum tam tersi, “dokunulan yanıyor”.

BDP’lilere dokunmaya kendi partisinden başladı Başbakan. Dindar Kürtlerin BDP’ye oy vermeye başladığını söyleyen Diyarbakır il başkanına tam dokunmadan dokundurması yetti. Yandı gitti, başkanlık sıfatı önüne “eski” yazmamız gereken Halit Advan.

Muhteşem Yüzyıl, ilk dokundurmada THY’dan silindi. Şimdi, resmi tarihin büyüklere masallarından “Bizanslı kadınlar bizi tercih etti” nakaratını da tekrar ettikten sonra, AKP milletvekili Oktay Saral’ın tarihi olay ve kişilerin küçük düşürülüp aşağılanamayacağı, çarpıtılamayacağı yasa önerisi de geçer artık. Simpsonlar’da cezalandırılacak bir şey bulan RTÜK, Muhteşem Yüzyıl’ı da boş geçmez.

Başbakandokunacak” ya, şimdiden “yandım anam” demeye başlamış mı diye Sırrı Süreyya Önder’i aradım. Ahmet Türk’le beraber, “sen yanmasan ben yanmasam” havalarında, köy köy dolaşıp kan davalarında birbirini yakan Kürt köylülerini barıştırırken yakaladım onu.

Buralarda” dedi, “bir koyunları öldürüldü diye kan davası başlatıyorlar, sonra barışmak için yüz koyun kesiyorlar!

Başbakan’ın bir dokunup birkaç BDP’liyi yakma ısrarı neye yol açar; barışana kadar ne kadarımız yanar, barışmak için neleri yakarız düşünmek bile istemiyorum.                                

Uff, ne güzeldi hastalık!

(Birgün)

L. Doğan TILIÇ | Tüm Yazıları
Hits: 1274