Düşünüyorum da kâbus nasıl bu noktaya geldi; işler, nasıl açık açık dünyanın en kıdemli diktatörlükleriyle özdeşleşen “Latin Amerika usulü başkanlık sistemi” ve “Türk usulü başkanlık” sistemi istemeye dek ilerledi?
Eskiden hiç olmadı ileri sürülen rejim değişikliğine meşruiyet kılıfı sağlamak adına, sadece öykünülen gelişmiş demokrasi modelleri gündeme getirilir; “ABD usulü başkanlık”/“Fransa’nın yarı başkanlık sistemi” örnek gösterilirdi...
2012 sonu itibarıyla tavan yapan acayip özgüven patlamasıyla bu tür göz boyama taktiklerinden de vazgeçtiler. Damardan “Latin Amerika/Türk usulü başkanlık sistemi” isteyecek kadar açık-sözlüleştiler.
Kendime bu noktaya nasıl vardık sorusunu sorduğumda ister istemez filmi geri sarıyorum. Filmi geri sarınca zıvanadan çıkıyorum. Zıvandan çıkmam için zaten “liberal” denen aydınlarımızın günlük yazılarını takip etmem yetiyor.
Öyle şeyler yazıyorlar ki sanki siber uzaydan buraya ışınlanmışlar, duruma asla müdahil olmamışlar, denge-fren mekanizmalarının devreden çıkmasıyla baş gösteren kontrolsüz güç ve özgüven patlamasına en ufak katkıları bulunmamış; onlar da bizler gibi, sonunda ortaya çıkan tabloya eli mahkûm maruz kalmış...
İş işten ve atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra, bugün şimdi Erdoğan’ı yerden yere vuruyorlar.
Ortadoğululuğumuzu yeni keşfediyorlar
Ahmet Altan geçen gün “Üçüncü Meşrutiyet” başlığıyla bir yazı yazdı. İstenilen ‘Törkiş Başkanlık’ sistemi için; “Bu sistemin örneklerini bulabilmek için 140 yıl kadar geriye gitmek gerek. 1876’ ya… Osmanlı’ya. ‘Bir padişahla bir meclisin’ olduğu meşrutiyet dönemine… AKP’nin istediği sistem gelirse biz kendimize bir ‘padişah’ seçeceğiz. Yeni bir Abdülhamit” dedi.
Bonjour!
Yazının gerisi de ilginç.
“AKP, halka bu cumhuriyeti ‘demokratikleştirme’ sözü vererek iktidar oldu” diyor Altan: “Demokratik bir cumhuriyet kuracaklardı. Bir zaman bu yolda yürüdüler gerçekten. AB uyum yasaları çıkartıldı, askeri vesayet geriletildi (ve) AKP yüzde 50 oy aldı. Demokrasi yolunda hiçbir engel yoktu önünde. Ama neticede burası bir Ortadoğu toplumu ve Erdoğan’da Ortadoğulu bir lider. İktidar açlığını tatmin etmek neredeyse imkânsız. Ve onların başkanlık önerisiyle birlikte biz neyle karşılaştık şimdi: Üçüncü Meşrutiyet’le”
Türkiye’nin bir Ortadoğu toplumu ve Erdoğan’ın da “Ortadoğulu bir lider” olduğunu sanki yeni keşfetmiş gibi yazıyor Altan. Ülkeye sanki ilk kez ayak basan bir Birleşmiş Milletler gözlemcisiymiş gibi konuşuyor…
Bu uzak “gözlemci” tonunu sıklıkla kullanan bir diğer kalem erbabı da Hasan Cemal. Dün Ergin Yıldızoğlu da atıfta bulundu...
“Mesele nedir? Erdoğan’ın zihniyetidir” diyor Cemal: “ Mesele nedir? Erdoğan’ın gücü kullanma tarzıdır, demokrasi anlayışı, kültürü, hukuk anlayışıdır!”
Kral çıplak!
Türk siyasetinin bir nevi hakemliği mertebesine yükseltilen liberallerimiz; Erdoğan’ın zihniyeti, demokrasi kültürü, hukuk anlayışıyla sanki yeni tanışıyor, Erdoğan’ın bir Ortadoğu toplumunun Ortadoğulu lideri olması keyfiyetiyle yeni yüzleşiyor, bu durumun sonuçlarıyla yeni hesaplaşıyor ve karşı karşıya olunan badireleri, harikalar diyarına henüz adım atan bir Alis misali yeni fark ediyorlar.
Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Yalnızca eyyamcılık, sağduyusuzluk, öngörüsüzlük, basiretin bağlanması, analiz yetersizliği ve siyasi körlükle mi?
Bunların hepsi mutlaka geçerli.
Ancak Türkiye’nin yönünü Ortadoğu diktatörlüklerine çeviren en belirleyici yanılgı, gözü kapalı AB’ye yaslanmak oldu…
Bugün ne diyeceklerini, ne söyleyeceklerini şaşıran liberallerin ortak noktası, “AB referansını” fazlasıyla ciddiye almış olmaktı.
Her şeyi çok iyi bildiklerini düşünen bu ekibe göre, Türkiye nasıl olsa Erdoğan’la birlikte AB’ye çıpalanmaktaydı. Erdoğan’ın demokratik sicili fazla güvenilir olmasa da nasıl olsa “Kopenhag Kriterleri” vardı.
Raydan çıkma teşebbüslerini nasılsa Brüksel denetim altına alır, Kopenhag Kriterleri bizi, bize karşı korurdu…
AB çıpasını yitirmek istemeyen Erdoğan ilk günden zinayı suç yapmak dayatmasından vazgeçmemiş miydi? Binaenaleyh Erdoğan’ı tanımlayan ilk özelliği otoriterliği değil, pragmatikliğiydi.
Türkiye’yi İran olmaktan kurtaracak en büyük fark işte buydu!
Bugün aydan gelmişçesine birdenbire Türkiye’nin “Ortadoğululuğunu” keşfeden arkadaşlar; sanıyorum fazlasıyla bu şablona itibar etti. Tüm bahislerini bu taktik destek üzerinden Erdoğan’a oynadılar. Taktik ters tepince kontrpiyede kaldılar.
Şimdi kral çıplak! Buradan devam ederiz….
6 Aralık 2012 - Cumhuriyet
“Liberallerin ortak noktası AB referansını fazla ciddiye almak oldu. En büyük yanılgıları, Erdoğan’la beraber AB’ye çıpalanmış olmayı varsaymaktı. Erdoğan’ın demokratik sicili güvenilir olmasa da, nasılsa AB var diye düşündüler. Varsayım uyarınca, ‘Kopenhag Kriterleri’ her türlü raydan çıkmayı denetim altına alacaktı…”
Tek adamlığa yürüyen Erdoğan kâbusunu... Türkiye’nin başına saran liberallerin tarihi yanılgısını ilk yazımda böyle özetlemiştim.
Okurum Prof. Dr. Zerrin Söylemez’den şu iletiyi aldım:
“(Liberallerin) AB çıpasının sağlam bir çıpa olmadığını bilmeleri gerekirdi. AB üyesi olmak bile yetmedi. Macaristan AB üyesi değil mi? AB, Macaristan anayasasını çıkarılırken gördü mü?”
Prof. Söylemez; Macaristan’ın yeni “diktatörlük anayasası” karşısında Kopenhag Kriterleri’nin esamisinin okunmadığına; kriterlerin Birlik ülkelerinde dahi otoriter eğilimleri frenlemeye yetmediğine işaret ediyor.
Tarihi perspektifi doğru koymak için şu gerçeği teslim etmek lazım:
“Erdoğan’a endeksli biçimde” AB kuyruğuna takıldığı yıllarda dünya farklı bir yerdi. Konjonktür değişikti.
AB’den müzakere tarihi aldığımız 2004 yılında, AB’de görünür bir kriz yoktu…
AB hâlâ, Avrupa’nın periferi ülkelerini, çekirdek Avrupa’nın refah ve demokrasi modellerine demirleyecek bir güç diye görülüyordu.
Krizler silsilesinin ilki olan, anayasa referandum krizleri yaşanmamıştı...
Avro krizi çıkmamıştı…
Ekonomik kriz Kıta’yı sarmamıştı…
Bugünkü çok katmanlı krizin aksine; 20. yüzyılın son çeyreğinde İspanya, Portekiz ve Yunanistan’a “çağ atlatan faşizm düşmanı Avrupa” etkisinin Türkiye’de de hissedilmesi demokrat kesimlerce isteniyor ve bekleniyordu...
Liberaller, Avrupa havucu ile birlikte Erdoğan bahsinin ortasına böyle daldılar.
“Avrupa”, aynı zamanda liberallerin Erdoğan’ı Türk kamuoyu nezdinde yaygın biçimde meşrulaştırma zemini olarak kullanıldı.
O yılların Türkiyesi’nde, Avrupa’ya sırtını dayamamış bir Erdoğan’ı; Türk kamuoyuna gözü kapalı kabul ettirmek bugünkü kadar kolay değildi.
‘Tarihi yürüyüşe devam!’
Müzakerelerin açıldığı 2005 Ekimi’ne gelindiğinde Hasan Cemal “Tarihi Yürüyüşe Devam” başlıklı köşesinde (4 Ekim 2005) örneğin şöyle yazıyordu:
“Türkiye yüzü Batı’ya dönük tarihi yürüyüşünü sürdürüyor. Bu yürüyüş, Osmanlı döneminde modernleşme açılımlarıyla başladı. Atatürk ve dava arkadaşlarının Cumhuriyet Devrimi ile olağanüstü bir sıçrama yaptı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında çok partili demokrasiye atılan adımla devam etti.
1980’lerden 2000’lere bütün iniş çıkışlarıyla -AB’ye uyumun da gerektirdiği- ekonomik ve siyasal liberalleşme atılımları gerçekleştirildi... Kolay gelmedik 3 Ekim’e. Türkiye’nin bu tarihi yürüyüşünde bugünkü dönüm noktasına ulaşıldıysa, bir noktayı vurgulamak lazım: AKP hükümetinin, Başbakan Erdoğan-Dışişleri Bakanı Gül ikilisinin payı...”
Erdoğan, Türkiye’yi çağdaş Batı uygarlığından koparmak bir yana, “tarihi yürüyüşün devamcısı”, Atatürk’le aynı yolun yolcusu olarak sunuluyordu.
Cumhuriyet devrimleriyle hesaplaşmak şöyle dursun, devrimlerle yapılan “sıçramanın” taşıyıcısı olarak betimleniyordu.
“Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız” ideolojisinin mirasçısı olduğu unutulmuştu.
“Çatışmacı” değil de, bu “devamcı” kimlikle Erdoğan’ı tanıtmanın tek yolu Avrupa’ydı. Avrupa’yı aradan çektiğinizde tüm denklem çöküyordu.
‘Cami-kışla’ ideolojisiyle uyumlu
Hasan Cemal ekolünün, o tarihte Macar anayasasını öngörmesi.. evet tabii mümkün değildi. Ancak biz gene de bu arkadaşlara, “Avrupa çıpasıyla” yola çıkılamayacağını söylüyorduk. Zira Türkiye’ye ucu gösterilen “çıpa”, “çıpa” değildi…
“Açık uçluluk” başta olmak üzere Türkiye’ye, AB değerleriyle örtüşmeyen şartlar koşulmuştu. “Çıpa”nın arkasında, İspanya, Portekiz, Yunanistan örneklerinde görmüş olduğumuz “siyasi iradenin” var olmadığı açıktı. Müzakerelere başlarken dahi, Türkiye gerçeği ile sanki ilk kez karşılaşılıyormuş gibi, “Ankara Avrupa’nın parçası mıdır değil midir?” tartışmaları yapılıyordu. İlk tökezlemede, ipe un serileceği belliydi. Böyle de oldu. Avrupa hayali söndü. Erdoğan başa kaldı.
Şimdi Başbakan, “Camiler kışlamız” ideolojisiyle uyumlu biçimde “camiler” yaptırıyor…
Liberal takım bugün isyanları (ve hayretleri!) oynuyor: “(Erdoğan) üç yanı denizlerle, dört yanı minarelerle çevrili bir kışla yapmaya çalışıyor ülkeyi” diye dert yanıyorlar.
Avrupa illüzyonunun iflas ettiği noktada, “Erdoğan’ın gerçek kimliği” ile yeni tanışıyorlar.
Ne büyük gaflet değil mi? Ne müthiş yanılgı?
Erdoğan’ın kim olduğunu yeni anlıyorlar.
Rağmen… Türkiye’ye akıl vermek iddialarını gazete köşelerinden sürdürüyorlar.
8 Aralık 2012 - Cumhuriyet