Türkçedeki en okkalı hakaret “şerefsiz”dir.
Hemen arkasından gelen ikinci büyük hakaret de: “Vicdansız.”
“Şerefsizlik” ve “vicdansızlığı”; bizdeki denli “ağır hakaret” kontenjanından kullanan başka toplum tanımıyorum.
Görünürde toz kondurulmayan en yüce değerlerimiz; “şeref” ve “vicdan”dır.
Ama gelin görün ki olayları izledikçe, insan “Acaba?” diye düşünmekten kendisini alıkoyamıyor: “Bu soyut kavramlar gerçek yaşamdaki somut karşılıkları bu kadar kısır olduğu için mi bunca sık ve ileri geri, böyle uluorta kullanılıyorlar?”
Kendime bu soruyu en son Fatih Hilmioğlu’nun oğlunun tabutuna sarılmış resimini izlerken sordum.
Karşımızda en değerli varlığını yitiren bir insanın uçsuz bucaksız trajedisi duruyor.
Yanında yıkılmış, perişan bir eş; tutunacak dal arayan gencecik bir evlat var.
Geride Silivri karanlığı ve de kanser belası ile bir mücadele sürüyor.
Kaderin her türlü sillesini yemiş bir aile.
Tüm kâbuslar soluk aldırmamacasına üst üste gelmiş.
Bunca katmerli ve vahim bir dram karşısında bile yürekler cız etmez, vicdanlar sızlamazsa; başka ne zaman sızlar?
Felaketin her türü ile sınanan bir Silivri tutuklusunun; “cenaze izninde” evinde birkaç gece geçirmesine izin verilmiyor!
Yaşamının en zor anında eşinin elini bir gece tutmasına; geride kalan tek evladının omzuna yaslanıp teselli aramasına fırsat tanınmıyor.
Bu ne sınırsız bir “vicdansızlık”, ne sonsuz bir “empati yoksunluğu” ne sefil bir insanlık anlayışıdır?
Bu nasıl dindarlık?
Güya dindar bir toplumda yaşıyoruz. Araştırmalar; Türkiye’nin dünyanın en dindar toplumlarından biri olduğunu söylüyor. Bu kadar iddialı boyutta dindar olan toplumda, “vicdanlar” böylesine derin irtifa kaybeder mi? Ama kaybediyor! Çünkü bizde insanlar “dindarlığı” yalnızca cami, başörtüsü, ibadet ve tapınmak olarak algılıyor.
Dinin anlamını, “iyilik” ve “vicdan” gibi ahlaki değerlerle ölçmüyorlar.
O nedenle kendilerini hem dindar sayıp hem de böylesi bir insanlık dramı karşısında, “empati özürlü” olmayı içlerine, yüreklerine sindirebiliyor.
İnsanın kanını donduran bu ölçüsüz acımasızlık ve duyarsızlık; beni sadece kederli Hilmioğlu ailesi adına değil, toplumun geneli adına da çok endişelendiriyor.
Aydınlar bile ‘kısasa kısas’ diyor
Vicdani katılık bizde öylesine yaygın ki, aydınlar bile bu toplu “vicdan tutulmasından” paylarını alıyor.
Adalet Ağaoğlu gibi büyük bir yazarın yaptığı son açıklamalara bakın!
“Habertürk”e konuşan Adalet Hanım’ın sözleri, “vicdan kilitlenmesine” en somut örnek: Silivri davalarında mahkeme önünde isyan eden sanık yakınları için bir zamanlar hayranlık duyduğumuz yazar; “Diyarbakır’da, F tipi cezaevlerinde, binlerce insan haksız yere yattı, hâlâ yatanlar var” diyerek konuşuyor ve ekliyor: “Ergenekon olmadan önce onların hanımlarının, kızlarının hiç sesi çıkmadı. Şimdi mahkemede babasını koruyan o genç kız aklıma geliyor. Mahkeme kapısında subay olan babasını savunuyor fakat zamanında darbeden sonra içeri alınan insanlar umurlarında olmamıştı. Şimdi Silivri’nin kapısında ‘Haksızlık!’ diye bağırıyorlar.”
Velev ki böyle. Velev ki bu insanlar geçmişte haksızlıklara gösterilmesi gereken tepkileri göstermediler; bu, bugün onlara yapılan haksızlık ve hukuksuzlukları mazur kılar mı?
Bu tavır ilkel bir göze göz, dişe diş intikamcılığı değilse nedir?
Adalet Ağaoğlu gibi bir kanaat önderine, “madem öyle işte böyle” anlayışına hizmet etmek yakışır mı?
Aydınların görevi her şart ve durumda haksızlık ve hukuksuzluklara karşı çıkmak; öncelikli olarak insanı insan yapan değerleri savunmak ve desteklemek değil mi?
Adalet Ağaoğlu gibi anlı şanlı bir kadın yazar bunu yaparsa, varın gerisini hesap edin.
(Cumhuriyet)